Bugün artık açıkça söylenebileceği üzere; küreselleşme ideolojisi, siyasî bağlamda çöküşe geçmiş durumdadır ve vaatte bulunacağı alanlar pek daralmış, hâttâ bitmiştir. Küreselleşme ideolojisinin -kendisinin de bir ideoloji olduğunu gizleyerek- geniş kitlelere kabul ettirdiği propagandif fikirlerden birisi de, ideolojilerin tamamıyla akıl dışı olduğu ve artık sonlarının geldiğidir. Bu fikir yıllar içerisinde ilginç bir biçimde öyle yayılmıştır ki, herkes ideolojilerin ne kadar anlamsız ve boş olduğunda, akıl karşıtı öğretiler yığını olduğunda hemfikir hale gelmiştir. Bu fikrin kulağa hoş gelen "akılcı" tarafının yanı sıra, objektif olarak temelden bir değerlendirmesi yapıldığında o kadar da akılcı olmadığı, hâttâ akıl dışı olanın bu fikir olduğu rahatlıkla söylenebilir. Evet, ideolojiler körü körüne bağlılık söz konusu olduğu zaman son derece akla aykırı eylemlere sebep olabilirler. Ancak şu unutulmamalıdır; beğenelim veya beğenmeyelim git gide etkileşim miktarı ve hızı daha da artan bir sistemin içinde yaşıyoruz. Bunun içerisinde savrulup giderken, bu sistemin ne yönde değişmesine dair bir önerimiz veya bir fikrimiz olsa, bir siyasal öğretinin yani ideolojinin alanına giriyoruz. Üstelik bundan kaçmamız da söz konusu değil. O sebeple ideoloji dediğimiz kavram, evrensel ve ideal bir metodu ihtiva etmemekle, bu sebeple de tam olarak salt akılcı bir çizgide olamamakla birlikte, aynı zamanda kaçamadığımız bir gerçekliktir.
Yine daha açık söylemek gerekirse; ideolojiyi hem farklı içerikler, hem de direkt kavram olarak kötülemek son derece kolaydır. Ancak insanız ve bir hayatın/sistemin içinde yaşıyoruz. İhtiyaçlarımız var. Tüketmek, dolayısıyla da üretmek zorundayız ve üretim araçlarına gereksinim duyuyoruz. İşte tam da burada üretim araçlarının özel sektöre ait olması gerektiğini savunursak "sağcı", devlete ait olması gerektiğini savunursak da "solcu" oluyoruz. İşte ideolojiyle olan ilişkimiz bu kadar açık, net ve mecburidir. Bu ilerlemek zorunda olduğumuz bir yolun ikiye ayrılması ve bizim de bu ayrımlar arasında bir tercih yapmamız zorunluluğu kadar açıktır. Tam da burada, üretim araçlarının bir memleketin kendi özel sektöründen de ziyade, uluslararası şirketlerin kontrolüne geçmesi ve o ulusun tüm artı değerinin ilgili şirketlerce sömürülmesi karşısında buna kayıtsız kalarak "ideoloji" kötülemesi yapmak, küreselleşme ideolojisinin bir yönlendirmesi olarak karşımıza çıkıyor. Takdir edersiniz ki normal şartlarda bunun savunulması mümkün değildir. Ancak kabul etmek gerekir ki, bütün insanlık da uzun yıllar boyunca anormal şartları yaşadı. Sovyetler Birliği'nin dağılışına kadar pek çok senaryo ve takip eden yıllarda gelinen tıkanmanın ikiz kuleler trajedisiyle aşılması, ürkünç bir düşünsel yönlendirme erkinin tezahürüdür. Bu yönlendirme erkinin, küreselleşme ideolojisinin bir aracı olarak, onun çöküşe geçmesiyle günümüzde git gide zayıfladığını söylemek mümkün. Dolayısıyla; yeni şartların, yeni zamanın da şekillendireceği yeni "ideoloji" arayışlarının ve tartışmalarının yaklaştığı da söylenebilir. Burada hem kavramsal olarak, hem güncel olarak irdeleyeceğimiz ana konulardan birisi de, ideoloji ve devlet ilişkisidir.
Dizinin ilk yazısında ele aldığımız üzere; insanın sosyal/siyasal bir varlık olması ve buradan doğan bir norm ihtiyacıyla devletin doğuşu, evrensel bir zorunluluktur. Yine yukarıda değindiğimiz şekilde ideolojinin varlığı da bir olgudur ve ideolojinin bir ucundan tutmak mecburidir. Dolayısıyla bu iki kavramın da hem olgusal hem siyasal olmaları hasebiyle kesiştikleri genişçe bir alan söz konusudur. Dizinin ikinci yazısında üstü kapalı olarak değindiğimiz üzere, ideolojiler çoğu kez devleti yönetmek ve etkin olmak üzere mücadele halindedirler. Bu mücadele sonucunda baskın gelen ideoloji, doğal olarak her kademede kendi sistemini pratik unsurlarla uyumlu hale getirebildiği ölçüde uygulamaya koyar. Her alanda olduğu üzere hukuk dahi bundan nasibini alır. Bir devlette; yasal, geçerli, kabul ve tahammül edilebilir olan, büyük ölçüde hukukun evrensel ilkelerinden falan ziyade, ideolojik bir tahlille tayin edilir. Yani mecburi devletin bir dizi mücadele sonucu netleşen sistemi veya resmî ideolojisi diğer ideolojileri "yasa dışı" olarak niteleyebilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu öyle çok kötülenecek bir şey değil, doğal bir süreç ve sonuçtur. Bunun da ötesinde içerik olarak bakıldığı zaman, ideolojilerin daima rekabet ettikleri ve devletin resmî ideolojisi olmaya çalıştıkları, bunu başarınca da diğer ideolojileri ezdikleri gibi düz bir anlatım, yavan ve kısmen de yanlış olur. Zira bazı ideolojilerin ana karakterleri devlet karşıtlığı üzerine şekillenmiştir. Yani etkin oldukları durumda, direkt katı olarak veya bir süreç içerisinde devleti ortadan kaldırmak ana hedeftir. Bu paradoksal durum örneğini verdiğim yavan anlatımın izah etmesinin mümkün olmadığı daha derinlikli bir meseledir.
Örneğin anarşizm, devlet başta olmak üzere her türlü otoriteye karşı olan, tümünü ortadan kaldırmayı hedefleyen bir ideolojidir. Ölçütün "kontrol" olduğu bir ideoloji spektrumunda anarşizm, en solda yer alacaktır.
Anarşizmin daha sağında -ancak yine de son derece solda- yer alan komünizm de, özellikle Marks'ın teorisi baz alınırsa, sosyalizmden zamanla geçilen bir hal olarak devletin zamanla eriyerek yok olduğu bir düzeni ifade eder. (Ancak Marks hiçbir zaman komünist aşamanın net bir tarifini vermemiştir.)
Sosyalizm, devleti mecburi bir aygıt olarak görür, bu aygıtla üretim yapmayı, sınıflar arası eşitliği sağlamayı, sermayeyi kontrol altına almayı amaçlar. En azından Marksist yaklaşım bu şekildedir. Sosyalizmin çok geniş bir anlam aralığı olduğunu unutmamakta fayda var. Sosyalizm, bir yandan tarihin çok eski zamanlarına kadar uzanan kitlesel hak arayışlarını ve bunların neticesinde ortaya çıkmaya başlayan teorik yaklaşımları ifade ederken, bir yandan da direkt Marksizm'in parsellediği bir alanı ifade ettiği için, devlet kavramına karşı farklı yaklaşımlar da söz konusu olabilir.
Sosyal demokrasi, gerek Eduard Bernstein'in meşhur Marksizm eleştirisi ve revizyonist yaklaşımıyla, Sovyetler Birliği'nin uygulamalarını da açıkça reddederek, gerekse 1970'lerde popülerleşen şekliyle, sosyalizmin yumuşak bir yorumudur. Direkt sınıfları ortadan kaldırmak veya ihtilal yapmak gibi bir hedefi olmadığı gibi, devlete karşı da olumsuz bir yaklaşımı söz konusu değildir. Sosyal demokrasi; sosyal devlet anlayışını ve mevcut sınıfsal farklılıkların kul kültürü oluşturmayacak bir kurumsallıkla, bireyin karakterini koruyarak, devlet eliyle giderilmesini öngörür.
Liberalizm de bir anlamda ters simetriği olan sosyalizm gibi geniş bir anlam aralığına sahip olduğundan devlet kavramına bakışta tek bir ifadeyle açıklanamaz. Liberalizmin doğuşu en eski emarelere bakılırsa modern devletle birlikte gerçekleşmiştir. Buradan hareketle liberalizmin devlete olumlu yaklaşacak bir tavrının olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. Zira liberalist bakışa göre devlet etki alanı olarak alabildiğine küçülmeli, sadece siyaset ve güvenlik alanında etkin olmalıdır. Bunun dışında her alanda serbest piyasa ekonomisinin kuralları geçerli olmalı ve rekabet ortamı oluşturulmalıdır. Devlet, ancak serbest piyasayı ve rekabet koşullarını belirlemede bir hakem görevi üstlenebilir. Hâttâ zaten zorunlu varlık sebebi de budur. Liberalizm üretim araçlarının da ötesinde, eğitim ve sağlık gibi insan hayatında temel öneme sahip alanların dahi özel sektöre devredildiği bir düzeni öngörür. Daha radikal hallerinde liberalizm, yada diğer bir deyişle liberteryenizm, bilindik liberalizmin aksine devletin varlığını da sorgulamaya başlar. Bireysellik ve rekabet artık maksimize edilmiştir.
Belki liberteryenizmin de ilerisinde bir form olarak, belki liberteryenizmin doğal sonucu olarak anarko-kapitalizm de, açıkça devlete karşı anarşist bir tavır içindedir. Serbest ticarette ve sermayenin her türlü deviniminde, devletin hangi hakla ve meşruiyetle vergi aldığını, bir otorite olduğunu sorgular, bunun da ötesinde bu otoriteyi açıkça reddeder. Burada anarşizmin kronik paradoksları yine devreye girer. Devletin olmadığı ortamda ticaretin kurallarının, ortak normların nasıl belirleneceği ve de muhafaza edileceği gibi kısımlar netleştirilmelidir.
Faşizm, İtalyan milliyetçiliğinin sınırlarını aşan ve nazizm ve benzerî diğer pek çok anlayışı da içine alan kurumsallaşmış bir kavram olarak, devletin en fazla yüceltildiği ideolojidir. Aslında diğer ideolojilerde de bulunan, kontrolü ele geçirdikten sonra farklı düşünüşleri yasa dışı ilan etme ve yasal olanı belirleme yaklaşımı, en bariz faşizmde görülür. İdeolojinin öngördüğü her şey; devlet adına, devlet için ve devlet eliyle yapıldığından daima doğru ve yasaldır.
Din menşeli görüşlerin ve muhafazakârlığın geleneksel olarak modern devlete bakışları problemlidir. Ancak düzenin sağlanması ve kaosun önlenmesi bağlamında devleti gerekli ve yararlı görürler. Bu görüşün de üzerine belirli bir hareket alanına sahip olmasına izin verildiği müddetçe dinî gruplar devlete hürmetkârdırlar. Bir de muhafazakârlar pek çok farklı örnekte görülebileceği üzere ve yapıları gereği sürekli eskiye duyulan özlemle ve eskiden gelen değerleri korumak (muhafaza etmek) üzere hareket ederler. Örneğin; teokratik monarşiye karşı teokrasiyi, meşruti monarşiye karşı salt monarşiyi, demokratik sisteme karşı meşruti monarşiyi savundukları pek çok kez görülmüştür. Pek çok kavramın çıkış noktası gibi, daha önceleri bir yaklaşım olarak var olsa da, kurumsallaşmış kavram olarak muhafazakârlığın çıkış noktası da Fransız İhtilali'ne dayanır. İhtilalin reddi, devrimsel değişime karşı çıkış gibi refleksler muhafazakârlığı meydana getirmiştir. Bu anlayış da bir sınıf olarak tarih boyunca devlet otoritesini pek hazzetmemekle beraber, çoğu kez devletin eski formunu savunma eğiliminde olmuştur.
Geçtiğimiz yüzyılda ideoloji spektrumu çizildiğinde; anarşizmden faşizme, yani tam kontrolsüzlükten tam kontrole, devlet otoritesi ölçüsünce belirlenmiş bir gösterge olarak karşımıza çıkarken, şu anda anarşizmden anarko-kapitalizme iktisadî yönüyle belirleyici olan bir spektrum çizmemiz gerekir. Bu iki uç yönüyle de devlet otoritesinin söz konusu olmadığı bir tayftır. Yani devlet kontrolünün zamanla belirleyici etkisini kaybettiği, iktisadî yaklaşımın hızla ön plana çıktığı bir durum söz konusudur. İşte genel hatlarıyla ideoloji-devlet ilişkisi ve kısaca ideolojilerin perspektifinden devletin görünümü bu şekildedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder