Dinler tarihine şöyle bir bakıldığında, idealist düşüncenin en ilkel ürünlerinden birisi olarak "ruh"un ortaya çıktığı görülüyor. Yitirilen herhangi bir kişinin, artık madden -yani et ve kemik olarak- var olmasa da; nefes alma gereksinimi olmayan, acıkmayan, susamayan, dünyevi ihtiyaçları olmayan, sadece o kişinin duygu ve düşüncelerini yani özünü ihtiva eden bir formda var olması inanışı ruh kavramını geliştiriyor. Bu form, ruh demek oluyor. Öyle ki günümüzde de psikoloji dediğimiz branş, kelime anlamı olarak "ruh bilimi" demektir. Yine günümüzde "akıl sağlığı"nın yerine "ruh sağlığı" ifadesinin kullanımına da rastlamamız pek olasıdır. Yani dini bir perspektiften de ziyade, ortaya çıktığından itibaren ruh kavramı, insanın tüm manevi varlığını kapsayan bir parsel olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yine dinler tarihinin takip eden safhalarında, ruhların dünyadaki birtakım işlere müdahalesinin mümkünlüğü inanışı gelişir. Böylelikle ruhlara yakarmak, dua etmek ve bir şeyler istemek alışkanlıkları başlar. Buna mukabil her ruh iyi değildir. Yani kötü ruhlar da vardır ve bu kötü ruhların her türden kötülüğü yapabileceğine inanılır. Bunlar direkt bazı cezalandırmalarda bulunabilecekleri gibi, uğursuzluklara veya birilerini kötü işlere sevk edecek şekilde akıl bulanmalarına da sebep olabilmektedirler. Kötü ruhların daha da ileri safhalarda birleştiği ve kurumsallaştığı karakter ise şeytandır. Pek çok inanışta kötülüğün baş temsilcisi olan şeytan; cehennemin müdavimi olarak, insan vücuduna benzer vücudu, kızıl dokusu, boynuzları ve üç uçlu mızrağıyla tasvir edilegelmiştir.
Şeytan da tıpkı ruh gibi, dini sınırları aşan ve seküler düşünceye nüfuz eden bir geçiş yaşamış, saf kötülüğün ögesi olarak farklı dünyevi anlatımların dayandırıldığı veya dünyadaki tüm insanların kötü yanlarının ve tüm kötü işlerin toplamı olarak algılanmaya başlanmıştır. Bu "kötülük" öyle ki, hepimizin de muhakkak ucundan kıyısından bir yerlerde denk geldiği üzere; dünyayı yöneten aileler, üst yapılar, şeytani tarikatlar şeklinde anlatılmaktadır. Burada ilginç olan şey, insanların bir dönem bu anlatılara merak sarması, sonralarıysa ilgisinin azalması ve hatta bu tür anlatımlarla dalga geçmeye başlamasıdır. Üçgen ve tek göz ile ilgili yapılan esprilere de yine hepimiz aşinayızdır.
Küreselleşme ideolojisinin düşüş trendine girdiği günlerde olduğumuzu söylemek pek zorlama olmaz. Ancak burada hangi ölçekte veya hangi düzlemde konuştuğumuz da çok önemlidir. Küreselleşmenin baş aktörü diyebileceğimiz ABD, Başkan Trump yönetiminde son derece küreselleşme karşıtı çıkışlarda bulunmaktadır. Çin'deki üretim tesislerini ABD'ye geri çağırmak, Meksika sınırına duvar örmek ve göçmen karşıtı söylemler buna örnek verilebilir. Bunlara ek olarak Avrupa'da yükselen "sağ"ı, Ortadoğu'daki vekalet savaşlarını da düşünecek olursak, direkt olarak küreselleşmenin iflas ettiğini de söyleyebiliriz. Dürüst olmak gerekirse bu da hem aceleci bir analiz, hem de ideolojik bir temenni olabilir. Halihazırda politikalar bu şekilde seyrederken, toplumların yaşayışı tam tersi yönde bir görünümdedir. Yani toplumların kaynaşması, her ülke vatandaşının aynı tür müziği, hatta direkt aynı şarkıyı dinliyor olması, sosyal medyadan yayılan bir poz verme şeklinin, bir kısa video çekme biçiminin, bir dans türünün, bir imajın veya giyim tercihinin ülke sınırlarını aşan yayılımı, günümüzde hala güçlenmekte olan son derece geçerli örneklerdir. Bu bağlamda da küreselleşme ideolojisi değil düşüş trendine girmek, hala büyük bir coşkuyla yükselişini sürdürmektedir. Kimilerinin "yatay" ve "dikey" küreselleşme olarak ayırdığı bu düzlemler açıkça çelişki içindedir. Biraz komplo teorisyenliği yaparak, reel politikaların çok daha çıkmaza girerek büyük bir savaşı doğurması, bu savaşın sonunda iyiden iyiye azalmış dünya nüfusunun artış gösteren düzlemdeki küreselleşmeyle etkileşime girmesi sonucunda, tam kontrolün sağlanacağı bir yeni dünya da tasvir edilebilir.
Küreselleşmeyle ilgili daha çok günümüzü ilgilendiren verilere bakacak olursak, şüphesiz sosyal medya kullanımından ve internetin etki alanından bahsetmemiz gerekir. Bu verilere bakmadan önce, hızla 8 milyara doğru ilerleyen dünya nüfusunun şimdilik sadece yarısının internete erişimi olduğunu hatırlatmak isterim. Yaklaşık bu 4 milyarlık nüfusun da internete erişimi olmasına rağmen bununla ilgilenmeyecek kadar yaşlı veya tam tersine genç (bebek veya çocuk) kitleleri içerdiğini de eklemem gerekir.
Bu hatırlatmalar ışığında, Facebook'un kurucusu ve Messenger, WhatsApp, Instagram gibi markaların da sahibi olan Mark Zuckerberg'in 2016'da açıkladığı aktif kullanıcı sayıları şu şekildedir; Facebook yaklaşık 1.6 Milyar, WhatsApp 900 Milyon, Messenger 800 Milyon, Instagram 400 Milyon
Günümüzde hızla artmaya devam eden bu sayılar, aynı zamanda dünyada ne kadar büyük kitlelerin verilerine sahip olunduğu hakkında da önemli ipuçları barındırıyor. Örneğin Facebook hesabınızın ayarlarına girerek alabileceğiniz hesap dökümünüzün ne gibi veriler içerdiğini görebilirsiniz. Bu dökümler tüm paylaşım ve diğer hareketlerinizi içerdiği gibi, hangi reklamla ne kadar süre ilgilendiğinize varıncaya kadar birtakım ayrıntıları içerir. Milyonlarca hatta milyarlarca insana ait bu dökümlerin genel istatistiği çıkarıldığında bunun ticari anlamda da ne kadar değerli bir veri olacağı açıktır. Zuckerberg geçtiğimiz Nisan ayında çıkarıldığı mahkemede bu verilerin ticari amaçla kullanıldığını itiraf etmekle beraber, üçüncü kişi veya kuruluşlara açıkça servis edilmeyen bilgilerin aldıkları reklamları ellerindeki bilgiler doğrultusunda yerleştirdikleri yönünde savunma yaptı.
Yine geçtiğimiz Temmuz ayında Google, kullanıcıları üzerinden haksız reklam geliri elde ettiği suçundan dolayı AB tarafından 5 milyar dolar tutarında rekor bir cezaya çarptırılmıştı. Tüm bu gelişmeler, müesses nizamın işleyişi ve buradan hareketle buzdağının görünmeyen yüzü düşünüldüğünde, aslında çoklu bir sunucuyu andıran, büyük bir Truman Show kasabasında yaşadığımız gerçeğini yüzümüze vuruyor. Öyle ki yaklaşık yüz yıllık bir icat olan kamera bugün hemen hemen hayatımızın her yerinde, caddelerdeki mobese kameraları, pek çok kuruluşa ait güvenlik kameraları, cep telefonlarının kameraları ve özellikle telefonlarımızın ön yüzündeki kamera -bir de kullanım izni verdiğimiz uygulamalara bağlı olarak- neredeyse kesintisiz olarak bizi izliyor. Açıkçası bu 1984'ün tele-ekranından çok daha kapsamlı bir izleme olduğu halde niyeyse modern insanı pek de rahatsız etmiyor. Yani denilebilir ki, "Büyük Birader" bizi kesinlikle izliyor, ama bu bizim pek de umurumuzda değil.
Zaten modern insan olarak en büyük problemimiz hafızasızlık ve çabuk kanıksamak olarak görülüyor. Inception filmini hatırlayın, ilk ortaklaşa rüya deneyiminde Cobb, Ariadne'ye "buraya nasıl geldik" diye soruyordu. Başlarda gayet kendinden emin olan Ariadne, bu soru üzerine düşünmeye başlıyor ve panikliyordu. Açıkçası bizim de durumumuz Ariadne'den pek farklı görünmüyor.
Pek çoğumuz, ailemizle veya arkadaşlarımızlayken, acıkıp yiyecek bir şeyler sipariş etmeyle ilgili konuştuğumuzda telefonumuza herhangi bir yiyecek firmasının reklam SMS'inin geldiğini fark etmişizdir. Yada internette satın almayı düşündüğümüz bir ürünü inceledikten sonra o ürünün ve muadillerinin muhakkak reklamlarıyla karşılaşmışızdır. Bu örneklerin en can alıcısı, kamerayla canlı bağlantı halinde olan iki arkadaşın aynı ürünün adını ısrarla kullanarak sohbet etmeleri üzerine, internette ilgili ürünün reklamıyla karşılaşması olarak kayda alınmıştır. Bu gibi kayıtlara YouTube'da kolayca ulaşabilirsiniz. Yine birkaç yıl önce yıllık cüzi bir miktar ödeyerek kullandığınız WhatsApp'ın piyasa değerinin yıllar içinde hızla artmakla beraber sizden hiçbir ücret talep etmeden kulanabildiğinizi hatırlatırım. Sizce hiçbir reklam içermeyen bu devasa ağ, nasıl para kazanıyor olabilir? Daha da önemlisi, çeşitli gruplara katıldığınız, en mahrem bilgilerinizi paylaşmada bir araç olarak kullandığınız WhatsApp'ı ne zamandır ve neden kullanıyorsunuz, buraya nasıl geldiniz?
Whatsapp'ın kurucusu olan Brian Acton, geçtiğimiz Eylül ayında, Forbes'a yaptığı açıklamalarda Zuckerberg'in aleyhinde birtakım şeyler söylemiş, "Facebook'u sil" kampanyasına destek vermişti. Acton'ın söyledikleri arasında göze çarpan cümlelerden birisi de "Kullanıcılarımın gizliliğini sattım, her gün bu kararın ağırlığıyla yaşıyorum..." olmuştu.
Tüm bunların anlamı açıkça; kullandığınız cihazların donanımı itibariyle zaten sizi dinleyebilecek durumda olanların bunu yapmaktan asla çekinmedikleridir! İşin kötü tarafı da tüm bu zihinsel taciz, hatta yönlendirmeler sonucunda hayatın bütün anlamsızlığı ve zorluklarıyla yüz yüze kalan siz olursunuz. Acı yüzleşmeler sonucunda yok olup gidebilir, bir müddet sonra sanki hiç yaşamamış gibi olabilirsiniz! Bu 1984 romanındaki şu diyaloğu anımsatıyor;
(...)
Winston: Büyük Birader diye birisi gerçekten var mı?
O'brien: Bu var olmaktan neyi kastettiğine bağlı.
Winston: Yani, o da benim gibi var mı?
O'brien: Sen yoksun ki.
(...)
Kendinize yapabileceğiniz en büyük iyiliği daha fazla ertelemeyin ve düşünün.
Düşünceleriniz, hayat görüşünüz, ideolojiniz, savunduğunuz her ne varsa gerçekten size mi ait?
Bunlar mutlak gerçek mi, yoksa siz mi öyle olmalarını umuyorsunuz?
Bir anlığına da olsa size yüklenmiş düşüncelerin aksini düşünmeniz mümkün müdür?
En özgür hissettiğiniz anda dahi gerçekten özgür olduğunuza inanıyor musunuz?
Karakterinizin tüm aksesuarları çıkarıldığında en yalın haliniz neyi ifade eder?
Bu gibi soruların üzerinde düşünülmesini ve samimiyetle cevaplanmasını önemsiyorum. Zira bizleri yetiştiren sistem, bizim gerçeklerimizi de yetiştiriyor. Bizi bedensel ve zihinsel olarak istediği gibi besliyor. Bizi izliyor, "tüm seçenekler" zannettiğimiz belirlediği maddeleri sunuyor, bunlar arasından tercihte bulunuyoruz. Bizi çok iyi tanıyor. Tıpkı, hem kendi ekseninde dönen, hem de evrende hareket halinde olan güneşin çevresinde dönen küçük mavi gezegenimizin, uzunca yıllar evrenin merkezi olduğuna inandığımız gibi, bize yüklediği en aptal düşüncelerin mutlak doğru olduğuna inanacağımızdan da şüphe etmiyor. Çünkü bu kadar egoist olduğumuzu biliyor.
Sonuç olarak yaşayıp tükettiğimiz ömrümüz boyunca, bu "kendi" düşüncelerimizle, "kendi" tercihlerimizle yaşayıp gidiyor, çoğu kez bunların sonuçlarıyla da yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Kaybederken, yani yok olmanın ve hiç olmamış gibi olacak olmanın arifesindeyken, yapayalnız olarak cezamız kesilirken her şeyden sorumlu bir konumda oluyoruz. Sistem birden yok oluveriyor, hatta zaten hiç olmamış oluyor. Her şey kendiliğinden ve bizim tercihlerimiz doğrultusunda gelişmiş oluyor!
The Usual Suspects filminde Verbal Kint, o efsanevi sahnede; "şeytanın en büyük numarası -yada marifeti-, insanları var olmadığına inandırmaktır" diyordu.
Şimdi size sormak istiyorum; sizce şeytan gerçekten var mıdır, yani bizler gibi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder