Devlet denilen yapının üç erki olarak belirlenmiş, başlıca unsurlar; yasama, yürütme ve yargıdır. Politikanın kaygan zeminine bağlı, izafî değerlendirmelerin etki alanına girmeden denilebilir ki; bu erklerin ayrılığı demokrasinin önemli gerek şartlarından birisidir. Daha açık olarak söylemek gerekirse, bir devletin yönetiminin diktatoryâl bir çizgide olup olmadığı açıkça erkler ayrılığının mevcut olup olmadığı incelenerek anlaşılabilir. Sonrasında daha detaylı değerlendirmeler için farklı veriler ve istatistikler gerekecektir.
Bilindiği üzere yasama erki, kanunları belirler (koyar, değiştirir, kaldırır) ve ülkenin genelini ilgilendiren çok önemli kararları oylar. Yürütme erki, mevcut kanunlar çerçevesinde her alanda ülkeyi yönetir. Yargı erki ise devlet namına hukuku yorumlayarak adaleti tesis eder. Erkler ayrılığı da tüm bu işleyiş esnasında bu üç kolun birbirinden bağımsız olarak hareket edebilmesidir.
Bir devlet sınırları dahilindeki; sivil kuruluşlar, faaliyetler kısacası her türden organizasyon, o devletin kriterleri ölçüsünce yasal olmak durumundadır. Zira üç erkin her yönüyle kapsadığı alanda, yani sınırlar dahilinde bu erklerin dışında ve aykırı olarak var olmak, yasal olmamak demektir. Böyle bir söz konusu varlık da açıkça terörü ifade eder. Teoriden pratiğe ince bir geçiş yapacak olursak denilebilir ki; Ortadoğu'daki tüm çatışmaların ve istikrarsızlığın da temelinde devletsizlik yatar. Bunun doğal bir süreç olduğu da söylenemez. Zira pek çok doğal dinamiğin de kullanıldığı bu çatışma ortamı sayesinde bölgenin tüm zenginliği doğrudan veya dolaylı olarak birtakım yerlere aktarılır. Bu sonsuz bir döngüdür. Bu kısmın kritiği müstakil olarak başka bir yazının konusu olmakla beraber, sonuç olarak; devletlerin, diplomasinin ve resmiyetin yokluğu, terör örgütlerinin, kaosun ve keyfiyetin varlığı demektir.
Pratik örneklerle ifade etmek gerekirse, bir ülkede; aynı para biriminin tüm sınırlar içerisinde milli para olarak tanınması ve geçerli olması, aynı üniformaya sahip kolluk kuvvetlerinin her tarafta asayişi temin edebiliyor ve tanınıyor olması, bürokrasinin yerel keyfi yönetim merkezleri oluşturmadan aynı merkezden ve kademeli bir biçimde işletilebiliyor olması, bir devlet otoritesinden bahsedebilmede önemli bazı temel noktalardır. Her ülkede bu temel noktalardan söz edilebiliyorken, ülkeler arası ilişkilerin de iyi olmasıyla barış ortamı ve normal şartlar elde edilebilir. Diğer durumda devletler arası ilişkiler ne kadar kötü olsa da, en kötü ihtimalle savaş hukukunun işleyeceği bir ortam oluşacaktır. Ortadoğu, devletsizlik sebebiyle savaş hukukunun dahi işlemediği vahşet niteliğindeki olaylara sahne olmaktadır.
Buraya kadarki kısımla tezat oluşturuyormuş gibi algılanabilecek olsa da denilebilir ki; devlet, otorite, yasallık, ideoloji, siyaset, yasa dışılık ve terör kavramları aslında birbiriyle o kadar da zıt değildir. Hâttâ öyle ki, yasallık ve yasa dışılığın sınırlarını belirleyen yegane unsur herhangi bir yerden referansı olan siyasal güçtür. Yani halkta karşılığı olan veya herhangi bir sermaye grubuyla yada başka türden bir grup marifetiyle siyasal güç elde eden yönetim ve de devlet yasaldır.
Hitler, "Führer" kimliğiyle Nazi Almanyası'nın başındayken, yasallığın da zirvesindeydi ve ona bağlı, gücünü ondan alan tüm yapının, onun doktrini doğrultusunda yaptığı her türlü vahşet de doğal olarak yasaldı. Stalin, "Yoldaş" kimliğiyle adeta; "içimizden birisi", "sosyalizmin herhangi bir savunucusu" gibi lider kültünü reddeder görünen bir yaklaşıma karşın, tam olarak bir kült liderdi. Devlete ne kadar hizmet etmiş, ideolojiye ne kadar sadık olmuş ve çalışmalarınızla ne kadar başarılı olmuş olursanız olun, "hain" olmanız, "Yoldaş"a muhalif olmanızla hâttâ ve hâttâ ona tamamen tabii olsanız bile, onun canının o gün sizin "hain" olmanızı istemesiyle mümkündü. O andan itibaren de siz "yasa dışı" olur, idam edilir, bir kazaya kurban gider veya Gulag'a gönderilirdiniz. Bunun dışında öyle hukuk felsefesinin falan bir anlamı olmazdı. Peki gerçek hukukla bu "hukuk"un ilişkisi neydi? Aslında yine aynı yere geliyoruz. Bir ülkede, yönetme erkine talip olan toplulukların veya güçlerin arasındaki rekabette, diğerlerine ve hâttâ diğerlerinin toplamına dahi baskın gelen bir hareket, yönetimi ele alır ve "yasal" olan o olur. Bunun için yeter şart baskın gelmiş olmaktır. Böylelikle çatışmalar biter, kaos sona erer, yeni düzen kurulur. Aslında bu durumu baştan aşağı kötülemek de mümkün değildir. Gayet doğal bir biçimde toplumun dengeye gelmesi söz konusudur. Hâttâ Darwinist bir yorumla da harmanlayarak, güçlü olan anlayışın/ideolojinin hayatta kaldığı bir durumdan da söz edilebilir. Burada iyi-kötü ve doğru-yanlış kavramlarının karıştırılmaması gerekir.
Tabi doğal bir biçimle dengeye gelmenin yanı sıra, baştan aşağı sunî bir habitat inşa etme ve güçlüyle güçsüzü peşinen keyfî olarak tayin etme durumu da bu Darwinist yorumla kabul edilebilir bir çizgiye getirilemez. Bazı gerçekleri görebilmek ve ifade edebilmek için bazen o dönemin kapanmış olması gerekir. Bu hem dönemin propagandasının sona ermiş olmasının, hem de dönemden bir şeyleri daha net görebilecek kadar uzaklaşmış olmanın getirdiği geniş bir perspektifle çıkarımda bulunabilme açısından şarttır. Yukarıda verdiğim Hitler ve Stalin örnekleri, belki sizleri kült liderler döneminde kötü şeyler olduğu, özgürlük olmadığı ve insanların çoğunun neyin doğru olduğunu anlamada son derece yetersiz kaldıkları konularında ikna edebilir. Bu konulardaki ağır haklılıkların hakkını teslim etmekle beraber, günümüzde çoğu kez anladığımız anlamda bir özgürlüğün ve objektif bakışın olmadığını da açıkça belirtmek isterim. Ortadoğu'da vekâlet savaşlarının yapıldığı belli arenaların dışında işlenen insanlık suçlarının; büyük devletleri, uluslararası kuruluşları, medyayı neden o kadar da ilgilendirmediğini hiç düşündünüz mü?
İsrail'in dünyanın gözü önünde uyguladığı orantısız güç ve hâttâ terör kapsamındaki saldırıları, Suudilerin pek çok kez ayyuka çıkmış şekilde radikal dinci örgütleri desteklemeleri, Yemen'de insanlık dışı hava saldırıları düzenlemeleri, aynı radikal dinci örgütleri -ve hâttâ onların düşmanlarını da- ABD'nin kullandığına dair ciddî emareler asla büyük medya organlarının ilgisini çeken ve uluslararası ölçekte üzerine gidilen konular olmamıştır. Bu böyleyken aksine, dış destekli turuncu devrimler, "Arap Baharı" denen dalgayla ABD'nin göz göre göre devirdiği liderler, rejim değişiklikleri ve Suriye'nin büyük kısmında egemenliği sağlamasına rağmen "katil Esad"ın zulümleri daha çok haberdar olduğumuz konulardır. Çünkü bize servis edilen budur. Yaşadığımız habitatta, müthiş bir "camera obscura" hilesiyle "yasal" olan ve "yasa dışı" olan bize tebliğ edilmektedir.
Özellikle adalet kapsamında konuşurken, genellikle önemli tarihsel ağırlığa ve evrensel geçerliliğe sahip olduğu kabul edilen hukuk metinlerinde mutabık olunduğu görülür. (Bu metinler de çoğunlukla bir dönem "asilik", "yasa dışılık" ve "terör" etiketleriyle yaftalanmış hareketlerin bildirileridir.) Devletlerin iç işleyişine bakıldığında bunun dışında genişçe bir ortak paydadan söz etmek mümkün değildir. Örneğin sosyalist-komünist çizgide bir eser kaleme almak, herhangi bir SSCB ülkesinde belki bir devlet nişanı almaya sebep olacakken, o ülkenin sınır komşusu olan bir başka ülkede terör faaliyeti olarak görülüp, cezalandırılabilir. Aynı şekilde, I. Dünya Savaşı sonrasında imparatorluklar çökerken ortaya çıkan yeni devletlerin ilk emareleri, hep asi örgütler veya terörist yapılanmalar şeklinde nitelendirilirken, devlet olma vasfını kazandıklarından itibaren aynı odaklarca hızla ve mecburen olumlu anlamda kabul edilmiş, tanınmışlardır.
Yine aynı şekilde, yeni bir devletin kurucuları eski devlette sıradan vatandaşlar durumunda oldukları dönemde, hapishanelerle tanışmış olma ihtimali çok yüksek kişilerdir. Bu sık rastlanan bir durumdur ve siyasi otoritenin yasalar üzerindeki etkisine çok açık bir örnektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder