21 Ekim 2018 Pazar

Devlet Üzerine-I: Evrensel Zorunluluk

Felsefi, düşünsel, siyasi derinliği olan pek çok kavram gibi "devlet"in de tanımı itilaflıdır. Türk Dil Kurumu'nun tanımı, "Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık" şeklindedir. Genel çerçeveyi çizen bu tanım, ancak daha ileri sorgulamalar yapılmadığı müddetçe doyurucu olacaktır. İnsanlık sistemli ve nitelikli olarak düşünmeyi keşfettiğinden beri devlet üzerine çeşitli tasarılar ortaya koymuş ve bunları bazen bir ekol olarak, bazen de karşıt anlayışlar olarak geliştirmiş ve değiştirmiştir.

Buna rağmen Platon'dan günümüze kadar her yerde işe yarayacak, yani evrensel geçerlilikte bir devlet modeli veya bir yönetim sistemi tasarlanamamıştır. Elbette ki bu mükemmel sistemin geliştirilemeyişi, onun ulaşılması çok zor mistik bir tür sır olmasından ziyade pek çok farklı parametreye bağlı olmasındandır. Yani sistemin uygulanacağı; toplum, coğrafya, kültür, düşünce yapısı ve en önemlisi daima ilerleyen zamanın aynı anda uyumluluğu gerekir. Tüm bu parametrelerin uyumu sağlansa ve bir müddet iyi bir gidişat gözlense de, zamanın yavaş yavaş yonttuğu, değiştirdiği alanlar çeşitli problemleri doğuracak ve bu uyum en iyi ihtimalle dahi kendi kendisini bozacaktır. İşte geçmişten günümüze dek mükemmel sistemin hala keşfedilememiş(!) olmasının en büyük sebebi budur.

Günümüz bakış açısı göz önüne alındığında, tarihte başarıyı sürekli hale getirmenin en önemli yolu olarak şüphesiz bilime ve tekniğe önem vermek gerektiği söylenecektir. Oysa ki, açıkça görüldüğü üzere sistemli düşünmeyi, felsefeyi ve dolayısıyla bilimi doğuran ve önemli ölçüde geliştiren Antik Yunan günümüze kadar gelişerek ve bir süper güç olarak gelmemiştir. Günümüzdeki Yunanistan'la dahi ne kadar bağı olduğu tartışmalıdır. Cengiz Han, bilim sevdalısı falan olmamasına rağmen öyle olanlara daima baskın gelmiş, orduları nice kütüphaneleri yok etmiştir. Yine Bizans da Osmanlı Devleti de bilime ciddi anlamda önem vermedikleri halde tarih sahnesinde önemli ölçüde varlık göstermişlerdir. Yani günümüzün yaygın bir ezberi olan "bilime önem vermek" söylemi dahi her ne kadar öyle gibi görünse de, evrensel bir bağlayıcılıkta değildir.

Karşıt iki anlayışı ifade eden; evrenselcilik ve tarihselcilik kavramları, tam da burada devreye girer. Evrenselcilik bir şeyin mutlaklığı üzerine yoğunlaşarak onun zamana veya diğer parametrelere göre değişmez bir olgu olduğunu ortaya koymaya çalışırken, tarihselcilik her şeyi kendi çerçevesinde değerlendirmeye özen gösterir ve genellikle de daha doğru olan yaklaşımdır. Ancak bu "doğru"luklar konudan konuya değişeceği gibi, durumları ifade etmede de müştereken bulunabilirler. Yani ortak paydaları olan, rastgele bir kalabalık olmayan toplulukların yaşadığı yerlerde daima devletin bir zorunluluk olarak ortaya çıktığını görürüz. Bu evrensel bir zorunluluktur. Aynı şekilde devletin işleteceği evrensel bir sistem yoktur. Yani varlığı evrensel bir zorunluluk olan devlet dediğimiz yapının evrensel nitelikte bir formu yoktur. Bu durum tarihin önemli bir kısmının yapımına aracılık etmiş, insanoğlunun macerasında önemli başlıklar oluşturmuştur. Kim bilir belki de evrenin bize yaptığı en büyük şaka budur.

Devletin var olmada kullandığı araçlar da evrenseldir. Örneğin devlet kavramının ortaya çıkışından itibaren günümüze kadar uzanan ve hala geçerli olan tartıştığımız, konuştuğumuz şey vergidir. Devletin ayakta durması için muhakkak ihtiyaç duyduğu geliri elde etme şekli olan vergi toplamak, herkesin yönetilme masrafını doğrudan veya dolaylı olarak ödemesidir de diyebiliriz.

Verginin Eski Mısır'da ve hatta onun da çok öncelerine kadar incelenebilir durumda olan bir öyküsü vardır. Piramitlerin yapımında işçilerin önemli bir kısmı genel kanının aksine zorla çalıştırılan tutsaklar veya köleler değil, vergi borcu olanlardır. Borçlarını kol gücüyle ödeme imkanını severek kabul etmişlerdir. Roma'da vergi memurlarını hazzetmeyen kişileri pek çok tarih filminde görürüz. Fransız Devrimi'nin sebepleri sayılırken kullanılan temel ifadelerden birisi "halk ağır vergiler altında eziliyordu" cümlesidir. Sovyetler Birliği'nde, özellikle Stalin döneminde, ağır sanayinin son sürat güçlendirilmesi sebebiyle buğday üreten çiftçilerin, yıl içinde ekmek bulmada zorlanacağı hatta bir kısım insanın açlıktan öleceği ölçüde vergi yüküyle karşı karşıya kaldığı söylenir.

Günümüzde devletler arası ekonomik çekişmelerin baş rolünde bulunduğu gibi devletlerin iç meselelerinde de vergi hala popülerliğini korumaktadır. Bunu bilimsel olarak şöyle açıklayabiliriz; insanların çok eski zamanlardan beri ekmek yaptığını biliyoruz, bu üretim başlarda mayasız ve sağlıksız bir pişmiş hamuru ortaya koyarken zamanla daha gelişmiş bir ürüne evrildi. Sonraları da aynı ürün değişik fırınlarda daha besleyici ve lezzetli bir biçimde, sayıca da daha çok üretilmeye başlandı. Günümüzde denilebilir ki, tonlarca unun tedarik edildiği bir ekmek fabrikasında diğer gerekenler de temin edilerek kolaylıkla üretilen on binlerce ekmek yemeye hazır olarak bantlardan aktarılarak elimize ulaşabilir. Ancak dikkat ettiyseniz başından beri değiştiremediğimiz bir şey var. Mayasız pişmiş hamurdan günümüzdeki nefis bir ekmeğe gelinceye kadar kurtulamadığımız bu gerçeklik buğdaya olan ihtiyacımızdır. Bu durum teknoloji ve bilimin sınırlarının dışındadır. Yani şunu biliriz ki, hiçbir zaman hiçbir hammadde gerekmeden üretim yapabilen, sürekli birbirinden güzel gıdalar üreten (yaratan) veya başka ürünleri yoktan meydana getiren bir teknoloji geliştirilemeyecek. Bilimsel olarak Kütlenin Korunumu Kanunu'yla sınırlandığımız bu noktayı aşmak olanaklı değildir. İşte tıpkı bunun gibi belli sınırlar içerisinde egemen olan devletin yine bu sınırlar içerisinde vergi toplaması tarih boyunca da görüldüğü üzere bir zorunluluktur.

(Kütlenin Korunumu Kanunu'nu keşfeden, modern kimyanın babası olarak bilinen Antoine Lavoisier, "vergi toplama" suçundan dolayı 1794 Fransa'sında devrim hükumeti tarafından idam edilmiştir. Bu ilginç bir rastlantıdır.)

Devletin hem doğuşu, hem de temel refleksi olan "vergi toplama" davranışı evrensel bir zorunluluktur. Devleti meydana getiren sebepler temelde tek bir noktada birleşirler ki, o da bir norm ihtiyacıdır. Yani iş bölümünde, beraber yaşama süresince meydana gelecek her türlü durumda uygulanacak olan kurallarda, cezalarda, sorumluluklarda önceden bilinen ve kararlaştırılmış olan standartlara olan ihtiyaç bunları tesis edecek ve sonrasında da kontrol edecek aygıtı yani devleti doğurmuştur. Yukarıda da değindiğimiz üzere, bu aygıt da varlığını sürdürebilmek için, etkin olduğu sınırlar dahilindeki devinen toplam değerden bir miktarı düzenli olarak almak zorundadır. İşte verginin diğer bir ifadesi de budur.

Baştan itibaren diğer insanları yönetecek insan, ilahi bir referansa gereksinim duymuştur. Yani, insanların yönetilmeyi kabul etmeleri, ilk zamanlardan beri yöneticinin kendi dini inanışlarıyla ilintili, hatta direkt onun yeryüzündeki temsilcisi mevkinde olmasıyla mümkün olmuştur. Bu durum yöneticiye dolayısıyla devlete çok geniş ve çoğu kez katı bir egemenlik alanı tanımıştır. Devlet yapıları daha dünyevi bir forma geçerken, eski anlayışlardaki ilahi yönleri, dini bir bağlamda olmasa da sürdürmek istemiş, "yüce ve kutsal devlet" nitelemesini türetmişlerdir. Bu kapsamda örneğin eskideki "günahkar" tanımı "vatan haini" ifadesiyle karşılanmaya ve böylelikle egemenlik gücünün aynı düzeyde tutulmaya çalışıldığı görülür.

Yeni anlayışın geliştirilmesinde devlete kutsal bir rol biçilmesinin pek de keyfi bir durum olduğu söylenemez. Bu da bir zorunluluktur. Zira dini inançların kökleştiği toplumlarda geniş kesimler hayatın her türlü alandaki açıklamasını din üzerinden yaptıklarından dolayı bunun dışındaki bir otoriteyi tanımaları çoğu kez problem yaratmıştır. Buna karşı tarih boyunca pek çok teorik çözüm geliştirilmeye çalışılmış, örneğin "Sezar'ın hakkı Sezar'a, tanrının hakkı tanrıya" söylemi ve çifte kılıç kuramı bu bağlamda ortaya çıkmıştır.

Günümüzde devletlerin sağladığı özgürlük seviyelerini belirlemede; "devlete karşı görev ve sorumluluklar" mı, yoksa "devletin tanıdığı hak ve özgürlükler" mi başlığının öne çıktığı incelenir. Bu türden bir değerlendirmeye başvurulur. "Vasat orta yolculuk" olarak tanımladığım, pazarlık işi orta nokta anlayışına cevaz verir görünmek istemem ama burada "devletin vatandaşa ve vatandaşın devlete karşı sorumlulukları" başlığını daha çok ön plana çıkarmak gerektiğini düşünüyorum. Durkheim'da net olarak göze çarpan ve günümüzde de üzerine çalışılması gereken bu dengeli durumu önemsiyorum. Devlet, ne sonsuz kaynağa sahip olduğu düşünülen ve sürekli bir şeyler istenen bir yapı gibi görülmeli, ne de bireysel özgürlük alanlarına dahi giren ve dar ufuklu vatandaş profilini ortaya çıkaran bir otoriteye dönüşmelidir. Karşılıklı yükümlülüklerin yerine getirilerek işlediği bir sistem, bunun üzerine bina edilmiş ilişkiler ve kazanılmış haklar, ancak böyle süreklilik gösterebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder