30 Temmuz 2019 Salı

İki Hoca ve İki Öğrenci


Günümüzde farklı açılardan ele alınan rollerden ikisi ve özellikle de aralarındaki bağ/ilişki açısından 'hoca' ve 'öğrenci'dir. Bu iki rol; bir akışı, sürekliliği, hattâ ilgili disiplin için zamanla bir ekolü ifade edebilir.

Daha çok doğulu bir yaklaşıma göre hoca kutsanır ve o zirvededir. Bilge ve erişilemezdir. Öğrencileri ne kadar büyürlerse büyüsünler ve o alanda ne kadar ileri giderlerse gitsinler hocalarını geçmeleri mümkün değildir. Bunun iması bile büyük bir hadsizlik olur. Çıraklıkları daimidir. Oysa ki ilerleyen zaman yeni neslin yani öğrencinin bir artışla, hem de geometrik bir artışla daha fazla bilgi edinmesini sağlar. Bu duruma rağmen zamanla "hocayı geçememe" gibi bir durum varsa, bu aslında felâkettir. Geriye gidişin açık bir emaresidir. Zaten batılı, rasyonel, bilimsel bir bakışa/anlayışa göre de bu böyledir.

Dünya çapında bir bilim adamı olan, meşhur jeoloğumuz Celâl Şengör, söyleşi formatındaki biyografi kitabında bu konuyla ilgili olarak şöyle diyor:

(...)Buradaki öğrenci, benden daha iyi olduğu zaman burada eğitim yapılıyor demektir. Hocanı geçeceksin, hocan kadar olursan beş para etmez, olduğumuz yerde sayıyoruz demektir.[1]

Yani söz konusu iki kişi, muhakkak özel bir alanda uğraşan kişilerdir. Bir öğrenim/aktarım ve bunun güncelliği esastır. Bu her alanda, hattâ bazen teori de değil direkt pratik olarak da gerçekleşebilir. Pek tabii bunlar, askeriyede ve savaş stratejilerinde de ele alınabilirler.

Örneğin birbirinden kötü geçen uzun yıllardan sonra Osmanlı Devleti en kötü ve de son yıllarını yaşamak üzere I. Dünya  Savaşı'na girdiğinde, hemen peşi sıra Rusların saldırısıyla Kafkas Cephesi açılır ve burada hemen bir karşı saldırı olarak Sarıkamış Harekatı planlanmaya başlanır. Sonuçlarından da belli olacağı gibi bu tüm savaş boyunca kurgulanan en akıllıca ve doğru harekat planı değildir.

Son derece zorlu doğa şartlarına, eksi 30 derecedeki hava sıcaklığına ek olarak eldeki askerin hem eğitim olarak yetersiz olması, tam senkronize olamaması, hem de askerlerin çoğunda yazlık kıyafetler olması, aleyhimize olan ciddi etkenlerdir. Tam da harekat kurgulanırken, Enver Paşanın askerî mektepten hocası olan Hasan İzzet Paşa, planı sorunlu bulur ve en azından harekatın bu mevsimde yapılmaması gerektiğini söyler.

Tutkulu bir adam olan Enver Paşa kararlıdır. Başarılı olacağından şüphesi olmadığı için, yapılan itirazlara da gücünün zirvesindeki bir asker olarak tahammülü de yoktur. Bu yüzden Hasan İzzet Paşa'ya çok kesin ve sert olarak şu cevabı verir:

-Eğer hocam olmasa idiniz sizi idam ettirirdim![2]

Sarıkamış Harekatı, I. Dünya Savaşı'na katılmamızın hemen beraberinde yapılan ilk harekattır. Bunu pek çok cephede pek çok harekat izler. Çanakkale Cephesi'nde tamamen ve Irak Cephesi'ndeki geçici bir kazanım olarak Kût-ül Amâre Kuşatması haricinde ciddi bir başarı elde edemeyen Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayarak, mağlup bir devlet olarak savaştan çekilir. Ancak çekilecek çileler, acımasız saldırılar bitmiş değildir.

Batı, Yunanlılar marifetiyle ve yer yer de direkt olarak bazı müdahalelerle Türkleri Ön Asya'dan tamamen atmayı amaçlamakta, Sevr ve öncülü belirlemelerle bunu netleştirmeye çalışmaktadır. Bu sefer planlar kolaylıkla hayata geçirilemez. Zira Çanakkale'de yıldızı parlayan tılsımlı bir komutan, genç bir general olan Mustafa Kemal Paşa, ilk andan itibaren İstanbul Hükumeti'ne muhalefet hattâ mukavemet etmeye başlar. Teslimiyetçi anlayışı reddeder.

Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde örgütlenen Millî Mücadeleyle önce Doğu ve Güney'de başarı sağlanırken, son safha Batı'da bir Türk-Yunan savaşı şeklinde cereyan eder. İnönü savaşları kaşıkla kazanım sağlamışken, Eskişehir-Kütahya savaşı kepçeyle kayıp demek olur. Onu Sakarya Meydan Muharebesi zaferi izler. Bu da tüm kayıpları gideren çok büyük bir kazanım demektir. Türkler yüzyıllar sonra ilk defa meydan savaşı kazanmıştır.

Sakarya Meydan Muharebesi'ndeki "hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, o satıh da bütün vatandır" ifadesi, bazen bir millî duygusallıkla kullanıp geçsek de aslında askerî strateji literatürüne kazandırılmış yeni bir bilgidir. "Çizgiyi savunmak değil, alanı savunmak esastır, o alan da tüm ülkedir!" Gibi bir anlayış ve strateji müthiş bir başarıyı getirmiştir. Burada bir zamanların askerî öğrencisi Mustafa Kemal Paşa, kendisine öğretileni aşmış, yeni bir model ortaya koymuştur. Onun kendisiyle aynı dersleri gören, aynı bilgileri öğrenen arkadaşları ve karşı cephenin komutanları da bu model karşısında hayranlıklarını gizleyememişlerdir.

Sakarya Meydan Muharebesi'yle birlikte, sadece Batı cephesinin değil, Türk Milleti'nin de kaderi değişmiş, zafer ufukta iyice belirmiştir. Buraya kadar yapılan savunma savaşlarının ardından artık genel bir saldırı olarak Büyük Taarruz yapılacaktır. Büyük Taarruz'un planlanmasında da bir mutabakat, ortak karar ortaya konulamamış Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın düşünceleri sıkı bir muhalefetle karşılaşmıştır.

Özellikle İkinci Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa (Subaşı), Mustafa Kemal Paşa'ya planlamanın neden aklına yatmadığını yazılı bir belgeyle dahi bildirmiştir. Yaşı ve konumu sebebiyle de ağırlığı bulunan Yakup Şevki Paşa, Mustafa Kemal Paşa dahil tüm üst kademenin kendisine "hocam" şeklinde hitap ettiği birisidir. Gerçekten de, o devrenin pek çoğunun askerî okulda derslerine girmiştir.

Yakup Şevki Paşa, Büyük Tarruzu'un mevcut planıyla ilgili eleştirilerini o kadar net ifade eder ki, "Bu taarruzda başarı ihtimali, kumarda zar atmak gibidir" dediği dahi söylenir.[3]

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, gerekli bilgilendirmelerin ardından, 20 Ağustos 1922 akşamı, "26 Ağustos Cumartesi sabahı düşmana taarruz edeceğiz!" der. Takvimler nihayet 26 Ağustos 1922 tarihini gösterirken, şaşırtıcı bir hızla Büyük Taarruz başlar. Gayet başarılı giden savaş, 30 Ağustos günü Başkomutanlık Meydan Muharebesi'yle Yunan kuvvetlerinin önemli ölçüde kırılması ve artıklarının da kaçmaya başlamalarıyla sonuçlanır.

Yakup Şevki Paşa, zaferden sonra Mustafa Kemal Paşa'yla ilk karşılaşmalarında, takdirini ve öz eleştirisini şiddetle ifade eden şu cümleleri kurar:

-Paşam! Sen haklı çıktın! Ver elini öpeyim!

-Bu zafer, senin azmin sayesinde kazanıldı.

Bu sözler üzerine, Mustafa Kemal Paşa'nın bu zaferi kendisine değil, millete mal etmesine ise "hocası" Yakup Şevki Paşa şu cevabı verecektir:

-Sana son bir kez daha itiraz edeceğim. Benim gibilere kalsa, daha yerimizde sayıyorduk. Sen, bu millete Allah’ın bir lütfusun![4]

DİPNOTLAR

[1] "Celâl Şengör Kitabı" Bir Bilim Adamının Serüveni, sf. 261
[2] "Enver" Murat Bardakçı, sf. 143
[3] "Kurtuluş Savaşı Tarihi" Celâl Erikan, sf. 324
[4]  Hüner Tuncer, "26 Ağustos Büyük Taarruz", Cumhuriyet, 26 Ağustos 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder