1 Temmuz 2019 Pazartesi

Genel Bir Muhasebe




Bu blogu 4 Şubat 2017'de açtım ve o gün bugündür yazıyorum. Bazı zaman önemsemediğim, bazı zaman artışının pek hoşuma gittiği toplam ziyaret veya toplam tıklanma sayısı altmış bini aştı ve siz şu anda altmışıncı yazıyı okuyorsunuz...

Kelimeler hele ki yaşadığımız zaman itibariyle kesinlikle dünyamızı oluşturuyor. Bunu öyle edebî bir romantizm olarak falan söylemiyorum gerçekten böyle. Kelimelerimiz kadar kendimizi ifade edebiliyoruz. Kelimelerimiz kadar hayal kurabiliyor, o kadar düşünebiliyoruz. Nitekim kelime dağarcığımız kadar varız aslında. Türkçede "dünya" adını verdiğimiz bu gezegende, dünyanın genel şartlarının yanı sıra doğduğumuz koordinatların belirlediği şartlara -istisnalar dışında- ömür boyu maruz kalıyoruz. Ülke siyaseti, ekonomik gidişat, sosyal meseleler ve daha pek çok faktör bulunmak istediğimiz yaşamla mevcut yaşamımız arasına giriyor. Bulunmak istediğimiz yaşama ilerleme çabasında herhangi bir eylem olarak ne yaparsak yapalım nitelikli düşünce, dolayısıyla kavramlar işin içine giriyor.

Sözün özü hem düz mânâda sözcükler yani kelimelerle sınırlı bir düşünsel alandayız. Hem de her türlü nitelikli hareketimiz daha özel kelimeler olan kavramlarla ilgili ve sınırlı. Bu yüzden de kayda değer her ne yapacaksak yolumuz dilden, kelimelerden ve tabii kavramlardan geçiyor.

Geldiğimiz noktada yaşamamız istenilen hayata yönlendirilirken, kelime tercihlerimiz de özenle belirleniyor. 1984 distopyasını andıran bu belirleme o kadar bariz ve faşistçe yapılmasa da aynı özü taşıyor. Bir gün yüzlerce yıllık toplum belleğimizin ürünü olan "adam gibi" ifadesi cinsiyetçi oluyor. Başka bir gün "kız gibi" ifadesi kadını metalaştırıyor. İndir bindir "bireye" hapsedilen, saçma sapan ifadelerle ördekleşip gidiyoruz. Bunu sadece cinsiyet bağlamında değil her alanda düşünebilirsiniz. Her alanda hem genel olarak kelimelerimiz, hem de özellikle bazı kavramlarımız bir şekilde törpülenerek bulunmamızın mahzurunun olmadığı düşünsel alanlara kanalize ediliyoruz.

Ne istediğini bilen, zihni berrak, hareketinin doğrulamasını vicdanının rahatlığından alan ve olabilecek en yüksek düşünsel özgürlüğe sahip kişiler olarak yaşamak için, değil eldeki kavramların törpülenmesini engellemek, yeni kavramlar türetmek gerektiğine inanıyorum.

Bu sebeplerle de tüm blog boyunca bazı yeni kavramlar türettim ve kullandım. Bunu canım istediği için veya oturup hiç yoktan düşünerek yapmadım. Her birisi, her seferinde birkaç paragraflık anlatım yapmamak, bir anlamı, kişiyi, durumu, oluşu genelleştirmek için neredeyse kendiliğinden ortaya çıktı.

Bunların gerek topluca bir arada durması, gerek şöyle bir hafıza tazelemek, gerekse de bundan sonraki kullanımlarında tekrar tekrar açıklama ihtiyacı olmaması ve daha kolay kullanılmaları için bu yazıda en azından  önemli gördüklerimi, kısa tanımları ve bir ölçüde açıklamayla bir araya getirmek istedim.

(Her bir tanıma ilk defa geçtiği veya müstakilen kendisinin açıklandığı yazının linkini bağladım ve tanımları alfabetik olarak değil ortaya çıkışları bakımından kronolojik olarak sıraladım)

Paralel Tarih: Oturtulmak istenen yeni siyasî anlayışın, hükumetin, hattâ rejimin legalliğini destekleyen, bunun da ötesinde onunla bütünleşen, onun doğruluğunu kümülatif bir bağlamda sunan, mevcuda ek olarak türetilen tarih bilgilerinin toplamı

Fethullahçı çetenin devasa boyuta ulaşmış illegal varlığı, açıkça konuşulur hâle geldiğinde "Paralel Devlet" tanımlaması yapılmıştı. Bu çok yerinde yapılmış tanımın doğal bir yan ürünü olarak 'Paralel Tarih' kavramını ortaya atmış ve olanca kuvvetimle içini doğru bir tanımla doldurmaya çalışmıştım. Zira gerçekten de ucu NATO'ya, ta 1980'lerin karanlığına uzanan bu yapı, 2000'lerden itibaren; sivilleşme, normalleşme, gerçeklerin su yüzüne çıkışı ve resmî tarihin yıkılışı gibi etiketlerle, bazen ayan beyan Fethullahçı tarihçilerle bazen de başka tipteki maşalarla kitlelerin tarih bilincini manipüle etmeye soyunmuştu.

Burada bu kavramın son derece özgün olduğu iddiasında olmamakla beraber, bunun; iktidar jargonunun baskınlığının yansıması, üst dilin ögelerinin benimsenmesinin örneği olarak değerlendirilmesini de pek yadırgamıyorum. Ancak bununla birlikte 'paralel tarih' kavramının bir iktidar propagandasının ögesi olmaktan çok daha fazlası, dopdolu ve haklı bir perspektifin ürünü olduğunun anlaşılmasını bekliyorum.

Çağdaşlık Tekeli: Peşinen belirlenmiş/yönlendirilmiş bir anlayışla toplum(lar)daki yeni çağdaşlık normlarının oluşturulması ve buna biat etmeyenlerin daha dışsal bir pozisyona doğru itilmesini sağlayan otorite

Metnin başlangıcında da iki örneğini verdiğim şekilde, çağdaşlık/modernlik tekeli haline gelen bazı merkezler bu güçleriyle yeni toplumun normlarını belirlemede son derece etkili oluyorlar. Ana akım ideolojilerin enerjisinin kesilmesiyle belirginleşen mikro ideolojilerle birlikte gelişen çağdaşlık tekeli; giyimden cinsel tercihlere, aile yapısına kadar sınırları aşıldığı anda kişiyi yalnızlığa iten yeni nesil bir aforoz mekanizması olarak kusursuz işliyor.

Düşünce Yapısında Üç Hâl: Özellikle Türkiye toplumunun düşünce yapısının ekseriyetini izah eden ve aralarında diyalektik bir geçiş ilişkisi bulunan hâller

I. Hâl, toplumun geniş kesimlerini meydana getirenlerin bulunduğu hâl olarak ilk formu ifade ediyor. Burada insanlar topluca hareket etmeye, düşünmeye ve davranmaya gayet meyillidirler. Ortak manevî değerlerin etkisi de belirleyici özelliklerden birisidir.

II. Hâl'de nüfus biraz daha azalır. Burası piramidin orta kısmıdır. Bireysellik artsa da büyük ölçüde bir aidiyet ve çeşitli değerlere farkındalığı olağanüstü yüksek olmayan bir bağlılık vardır. Tam olarak bir rasyonelleşmeden söz edilemese de bunun doğruluğu kabul edilir, hâttâ yüceltilir. I. Hâl yadsınarak buraya varılmıştır. Bu sebeple pek çok özellikte temelden gelen bir zıtlık vardır. Yine de I. Hâl'in gelişmemiş tarafları tam olarak giderilebilmiş değildir. Görünüşte bir zıtlık olsa da yer yer özde birlik vardır.

III. Hâl, I. Hâl'in yadsınmasının yadsınmasıdır. Ancak diyalektik mantık çerçevesinde konuştuğumuz için I. ve III. Hâl'in aynılığı gibi bir durumdan söz etmemiz mümkün değildir. Aksine niteliklilik açısından en büyük farklılık söz konusudur. Piramidin zirvesi olan bu kesim sayıca epey azdır. Çeşitli dünya görüşlerinde olabilir. Bireyselleşme had safhada olduğundan bir aidiyet hissiyle manipüle edilmesi hemen hemen imkânsızdır. Kendi ayarındaki farklı görüşlerle konuşmaktan da hoşlanır. Belki de ilk iki hâlden en büyük farkı budur. Her alanda nüansları görür, bilir. Neyi bilmediğini de çok iyi bildiği için ilgilenmediği alanlarda ahkâm kesmez. Akademik bir kariyeri olması son derece olasıdır.

Rasyonalizatör: Kendisine herhangi bir yönde çıkar sağlayan otoritenin eylem ve söylemlerinin tamamını, tüm bilgi birikimini sonuna kadar kullanarak, alabildiğine ilkesiz ve tutarsız bir biçimde, çoğu kez ideolojik bir çerçevesi de olmadan savunan, bu savunmayı kişisel görüşün ötesinde genel bir doğruluk iddiasıyla yapan yetişmiş kişi

Rasyonalizatörler hayatlarını aklının ve kaleminin kıvraklığıyla kazanan kişilerdir. Ancak bu tanımlama onları olduklarından daha masum göstermemelidir. Zira bu insanlar adi çıkarları için, ülkenin, kitlelerin çıkarlarını ve daha da önemlisi maddî doğruları saptırmaya yönelik mesai harcarlar.

Doğal olarak geçmişi cumhuriyet tarihini de çok aşan kalemşörlerle günümüzdeki daha özel bir küme olan rasyonalizatörlerin ayrımı belki de Türkiye'nin büyük bir siyasî-ekonomik dönüşüm yaşadığı 12 Eylül ve sonrası için yapılabilir. Uğur Mumcu'nun son derece yerinde bir tanımlamayla "dönme Marksistler" olarak tanımladığı eski-aydın kesimden günümüze rasyonalizatörlük, çok daha farklı ideolojik çevrelere yayılmış ve açıkçası o dönme Marksistlerin seviyesinin de çok altına inmiştir. Dönme Marksistler tanımlamasındaki "dönme" nitelemesi hakaretamiz bir motivasyonla belirlenmeyip, tamamen bir teşhis olarak ortaya çıkmıştır. Aydınlık bir Türkiye için yıllarca mücadele veren birtakım Marksist, biraz da Özal gibi bir siyaset fenomeninin rüzgârıyla birlikte, birden bire bir günah çıkarma ve serbest piyasanın faziletlerini anlama sürecine girmişlerdir. Bunu da ABD'nin Batı'nın pek de kötü olmadığı hattâ; güncel, modern bir toplumun, ancak ve ancak o kökenli normlarla kurulabileceği inancı izlemiştir.

Herhalde kendi açılarından daha makul bir tanımlama olan "II. Cumhuriyetçiler" de bu güruhun bilindik isimlerinden birisidir. Buna göre cumhuriyet devrimleri neredeyse baştan aşağı yanlıştır. Hepsinin az önce tarif etmeye çalıştığım perspektifle yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Bu uğurda cumhuriyetin 'c'sine tahammülü olmayan radikal gerici veya ırkçı-bölücü yapılarla dahi bir araya gelebilmek II. Cumhuriyetçilerin samimiyeti veya siyasî tutarlılığı açısından da fikir verir.

Kısıtlı bir süre olan insan hayatı için kimseyi katı bir biçimde yargılamamakla beraber, bu beyefendilerin ikinci politik duruşlarında, hareketlerinin doğruluğunu vicdanlarının rahatlığından aldıklarını söylemek mümkün değildir. Eğer bunu söylemek mümkün olsa bile bunun temiz bir vicdan olduğunu söylemek asla mümkün değildir.

Bu beyefendilerinin başını çektikleri bu kimlik, günümüzde çoğunlukla onların dünya görüşlerinin fersah fersah altında, telaffuzu ve anlatımı düzgün bir Türkçe konuşabilme kabiliyetinden bile uzak, 3. sınıf yandaş akademisyenlerce yaşatılmaktadır.

Sunî Sınıfsızlık: Sınıflı toplumun görünürdeki sınıfsızlığı, günümüz dünya toplumunda, geniş kitlelerin her türlü haksızlık ve tutarsızlığa karşı, sınıf ayrımlarına karşı mücadele etmek yerine, bu yokmuş gibi davranmalarını hattâ bu durumun üstünü örterek, bir şekilde vurgulanmasını kaygıyla karşılayacak hâlde olmalarını sağlayan anlayış veya durum

Bireyler arası rekabetin büyük bir saptırma ve ucuz bir gösteriş yarışıyla varılan sosyal durumdur. Sınıfların erimesi şöyle dursun, sınıflar arası farkların katlanarak artmasına karşın, alttaki kimliğin benimsenmemesi bunun kaçınılacak bir şey olması, doğal olarak o kimliğin savunulmamasını da sağlar. Birey bazında sınıf atlamanın yer yer imkânsıza yakın bir zorlukta da olsa mümkün olduğu, ancak geniş kitlelerin refahının artmasının kesinlikle imkânsız olduğu ortamın sürdürülebilirliğindeki en büyük etken de budur. Sınıfsızlık mevcuttur, ancak sadece görüntüde.

Müridlik Müessesesi: Genel kanının aksine çoğu kez sınırları dini de aşan, bir kişiyi veya yapıyı bir alanda otorite olarak kabul edip, her alanda ona bağlanma durumunun kurumsallaşmış hali

Özellikle Türkiye'de farklı görüşlerin de üzerinde olarak; nüfusun çok geniş bir oranında, herkeste biraz da olsa bulunan bu eğilim, bir sinerji olarak düşünüldüğünde denilebilir ki bir müessesedir. Takipçilerinin üzerinde büyük etkisi olan her türden dinî öncüye ek olarak, bu anlamdaki tonu git gide açılan ancak fikrî önderlik yönü, düşünsel tasallut bağlamı asla değişmeyen daha doğrusu aşılamayan bir durum söz konusudur. Öyle ki bu durum, artık dinî alanın sınırları çok geride kaldığında dahi böyledir. Daha da ironik bir şekilde;  seküler olarak, bilimsel bağlamda, futurist bir eğilimde, hattâ açıkça dile getirilen bir din dışı konumda dahi müridlik müessesesi tıkır tıkır işlemektedir. Bunun en temelinde doğru bilgiye ulaşmada bir aracı bulundurmanın kaçınılmazlığı inancı yatar. Her şeyi bilen bir aksaçlı, kurtarıcı bir mesih, yahut bir bilge kral insanlara düşünsel anlamda güvende hissettirir.

İnsanlar tabii ki bu kurtarıcıyı rastgele seçmezler. Kendi düşünce frekanslarına en yatkın kişiyi benimserler. Örneğin kişi anti-komünist bir çizgideyse, zerrece anlamadığı sembolik mantıkla, Marx'ın yine zerrece bilmediği diyalektik mantığının çürütülmesini şevkle dinler ve muhtemelen ezbere olacak şekilde tekrar da eder. Başarı hikâyelerinden endüstri 4.0'a, teknolojinin evrimine, robot üretmenin önemine kadar günümüz toplumunun pek çok seküler alanında müridleşme söz konusudur.

Oysa ki çok eski zamanlardan beri aydınlanmanın en sahici halinin bireysel olarak gerçekleştiği hali olduğu bilinir. Sokrates kişiyi önce bilgisiz olduğuna, sonra da bilginin aslında kendisinde mevcut olduğuna inandırır. Platon'un mağarasındaki adam, bilgileri gölgelerden/yansımalardan değil de direkt kaynağından aldığında, yani güneşe döndüğünde gözleri kamaşmış ve canı yanmıştır. Kant "Aydınlanma Nedir?" makalesinde şöyle der:

Aydınlanma, insanı kendi kendini mâruz bıraktığı hamlığından doğmasıdır. Hamlık, bir kimsenin, başkasının rehberliği olmadan kendi anlama yeteneğini kullanamamasıdır. Eğer bunun sebebi, anlayış eksikliği değil de kararsızlık ve başkasının rehberliği olmadan onu kullanma cesaretinin olmamasıyla, kişi, bu hamlığa, kendi kendini mâruz bırakmıştır. O hâlde aydınlanmanın mottosu şudur: Sapere aude (bilmeye cesaret et).[1]

Rasyonel Temellendirme: Gündelik hayatın getirdiği farkındasızlıkla son derece kanıksanmış şekilde konuşulan, kullanılan şeylerin aslında ne olduğunu, nereden geldiğini bilmemeye karşı alınan tedbirlerin tamamı

Rasyonel Temellendirme; bir diyalog ortamında, hattâ tekil olarak düşünürken, aslında normal olanın, olması gerekenin tesis edilmesine çabalamaktır. Pozitivizm eleştirisinin yol açtığı şımarıklığın giderilmesidir. Farkındalığın ve bilincin bazen kendiliğinden, bazen bilerek saptırılması önlenmeye çalışılır. Olabildiğince samimi, dürüst ve akıl çerçevesinde bir tartışma ortamı inşa edilir.

Sosyal Parazitler: Toplumda en başından beri veya en iyi ihtimalle bir yerden itibaren, toplum yararına hiçbir şey yapmadığı veya ihmâl edilebilir düzeyde şeyler yaptığı hâlde, yapılan alışverişlerden yada diğer işlerden beslenen, bir ölçüde fiyat enflasyonuna sebep olan kişiler

Bu asalak kitle sayısının da artmasıyla toplumun sırtında pek de sözü edilmeyen bir kambur olarak sürekli büyümektedir. Devlet eliyle alınan birtakım tedbirle ve zamana yayılarak minimize edilmeleri halk yararına olacaktır. Bazı liberal hassasiyetleri kabartması olası olan bu tedbirlerin direkt yasak olarak değil, alım satımları gerekliliğe dayandıracak şekilde düzenlemesi gerekir.

Prodüksiyonla Savaşmak: Pek çok değerlendirmeye, kıstasa göre haklı olan, yani doğruya çok daha yakın olan, ancak maddî gücü eksik olan tarafın giriştiği hak arama mücadelesi

Siyasî doğrular çoğu kez zannetiğimizden veya alıştığımızdan çok daha değişkendir. Bir ülkenin sıradan bir vatandaşının düşman askerine karşı tutumu ne olabilir? En iyi ihtimalle olumlu bir yaklaşım sergilememesi beklenir. Doğrusu da budur. İmkân olduğu müddetçe söz konusu vatandaş düşman askerine karşı savaşacaktır. Yada vicdanî ret gibi bir tercihle, vergiyle, maddî yardımla, çeşitli yollarla pasif olarak da olsa kendisinin ve sevdiklerinin iyiliği için karşıt bir tavır sergilemesi olağandır. Peki ya tüm imkânlar tükendiğinde, düşman askerleri artık yaşanılan yerde asayişi sağlayan kolluk kuvvetleri haline geldiğinde durum ne olur? Bazı istisnalar dışında kişi, genel atmosfere, konjonktüre teslim olur. İşte o asker üniformaları, o silahlar, postallar-askerî botlar, o düzen, o dekor artık kişinin inançlarına baskın gelmiştir. O önceleri cephede öleceğini bildiği hâlde hücum edecek potansiyelde birisiyken, aynı eylemi artık delilik olarak görür. Çevrede kanıksanan o askerler artık düzenin, resmiyetin, geçerliliğin ta kendisidir. Prodüksiyon baskın gelmiştir. En azından mevzuubahis vatandaşa göre durum böyledir. Her şeye rağmen gerçek düzeni, gerçek değerleri ve ideolojiyi hakim kılma çabası, işte bu prodüksiyonla savaşmak demektir.

Bu örnek genişletilebilir. Çok daha görkemli dekor malzemeleri, örneğin devasa demirden kaleler olan savaş gemileri, hele hele 1920'lerin başında boğazda görüldüğünde pek çoklarının değer kümesi baştan aşağı sıfırlanmış, yeni düzende görev kapma yarışı başlamış, Üç İstanbul'un onur kırıcı sahneleri yaşanmıştır. Bu bağlamda Millî Mücadelemiz, prodüksiyonla savaşmaya dair çok iyi bir örnektir.

Prodüksiyonla savaşmak çok esaslı bir vizyon ve donanım gerektirir. Çoğu kez kitlelerin gözünde; radikal-aşırıcı, "deli" azınlık olmak işten bile değildir.

Bunlara ek olarak günümüzde prodüksiyon sadece top-tüfek demek değildir. Aslında bu anlamını büyük ölçüde yitirmiştir. Adorno'nun "kültür endüstrisi" tanımı bununla ilişkilendirilebilir.

Çok az şey; izleme keyfi veren, merak uyandıran, duyguları yoğunlaştıran ve politize eden dizi ve sinema filminden daha etkilidir. Bunların etkisine karşı doğru bir bilgiyi savunmak bile, çoğu kez baştan aşağı yanlış ve sabit fikirli, kafası gem almaz birisi olarak görülmeyi garantiler.

İşin ilginç yanı, zaten bilinen ve doğru olan bir bilginin de sinemayla işlenmesi çok daha etkili sonuçlar yaratır. Günlük hayatta artık herhangi bir kötü niyet taşımadığı herkesçe bilinen espriler vardır. Bu esprilerde örneğin çok alakasız ve pek de sevilmeyen insanların bir araya toplandığı bir yer "toplama kampı" olarak nitelenebilir. Yada acıkmış ve yemeklere hızla girişen birisine karşı sorulan "Afrika'dan mı geldin?" sorusu masumane bir espridir. Ne var ki; Life is Beautiful (Hayat Güzeldir) ve Blood Diamond (Kanlı Elmas) filmlerini yeni izlemiş birisi aynı esprilerle ilgili muhtemelen o kadar da anlayışlı olmayabilir.

Bu daha iyi yöndeki etkilerin yanı sıra bazı etkiler çok daha politik amaçlarla manipüle edilebilir. Örneğin yakın zamanların popüler dizisi 'Chernobyl' Sovyetler Birliği'nin ne kadar; kötü, gaddar, anlayışsız, iflah olmaz, sabit fikirli, bürokratik, çürümüş ve hantal olduğunu popüler bir şekilde büyük kitlelere kabul ettirmiştir. Bu eleştirilerin haklı taraflarının da olması mümkündür. Ancak burada altı çizilmesi gereken; tek taraflı ve güdümlendirilmiş bakış açısıyla "daima ve tamamen" şeklinde bir kötülükten bahsedilmesidir. Dizideki bakışa göre; nitekim bir kaza olan Çernobil Faciası'yla SSCB, bilerek ve isteyerek atom bombası kullanan ABD'den çok daha kötü bir devlettir. İşte bu prodüksiyonun gücüdür hem de tam mânâsıyla!

Yine güncel olarak tam da bu dizinin fikirler üzerindeki belirleyiciliğiyle ilgili şu örneği çok önemli görüyorum;

-Çernobil Faciası'nın yaşanışı Nisan 1986

-Ekşi Sözlük'ün kuruluşu Şubat 1999

-'Chernobyl' dizisinin yayınlanması Mayıs 2019

-Ekşi Sözlük'te Çernobil temalı başlıklarda SSCB'nin kötülenmesi Haziran 2019

Yani bunca yazılı kaynak, kitap, gazete arşivi, araştırma ve diğer dökümanlara karşın denilebilir ki dizi en az hepsinin toplamı kadar etkilidir. Dizi ve dizinin güdümlendirdiği yöndeki değerlendirmeler arasında tam bir korelasyon vardır. İşte prodüksiyonun neleri başarabileceğine dair güncel bir örnek ve tabii ki prodüksiyonla neden savaşılması gerektiğine dair de...

Gizlibilinirlik: Öğrenilmiş bir durum olarak; maddî doğruluğunda hiçbir şüpheye yer olmayan bilgiyi, karşı taraf da bildiği hâlde öne sürmemek, savunmamak, yerine göre tam tersinin doğru olduğunu savunmak veya kabul etmek durumu, otosansürler dizisi üzerine topluca varılmış bir mutabakat, herkesin bildiği sırrın mecburî olarak bilinememesi(!)

Çeşitli konularda bilgimiz arttıkça gizlibilinirliği de farkında olmadan öğreniyoruz. Durup şöyle dışarıdan bir gözle baktığımızda tarihe dair, ülkelerin kendi millî tarihlerine dair ve de özellikle dinler tarihine dair pek çok bilgi bu kapsamdadır. Sadece tarih bilgisi değil herhangi bir bilimsel bilgi de bu kapsama girebilir. Halihazırda giriyor da.

Ayrıca rasyonel temellendirme ve gizlibilinirlik tam olarak birbirinin zıttı iki kavram olmasalar da karşıt iki kavram olduklarına ve birbirlerinin gelişmesine müsaade etmeyecek şekilde işledikleri hiç tereddütsüz olarak söylenebilir.

Yapısı gereği "konuşulamayan doğrular" gibi ilgi çekici bir ifadeyle karşılanabilecek olan gizlibilinir bilgi örneklerini burada yazmak da mümkün olmadığından, paradoksal bir durum olarak anlatılması güçtür.

[1] Tannenbaum, Schultz. "Siyasî Düşünce Tarihi". Çev. Fatih Demirci. İstanbul: Adres Yayınları 2011. 7. baskı s. 313

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder