13 Temmuz 2019 Cumartesi

Kitap Değerlendirmesi: Dâhi Diktatör



Görmüş olduğunuz bu kitap, ilk baskısı 2014 yılında Ka Kitap'tan çıktığında kısa süreli bir şok etkisi yaratmış, hattâ bazı çevreleri paralize etmişti. Atatürk'e daha mesafeli yada daha açık bir ifadeyle karşıt çevrelerin "diktatör" nitelemesi, gayet Atatürkçü ve geçerli bir isim tarafından kullanılmıştı çünkü; Celâl Şengör tarafından...

Atatürk'ün "Diktatörlüğü" Bahsi

Yazımın en başında en hassas nokta olan diktatörlük bahsinden giriş yapmayı, sağlıklı bir diyalog açısından, kitaptan anladığımı ve meramımı sizlere anlatabilmek açısından önemsiyorum.

Celâl Şengör kitabın bir kısmında şöyle diyor:

Evet, Atatürk bir diktatördü diyoruz. Niçin bir diktatördü? Bu, ilaç almayı reddeden hastaya, tedaviyi reddettiği için ilacı zorla vermek gibidir.

Yine yakın zamanlarda katıldığı bir televizyon programında Dücane Cündioğlu, "Atatürk ve ilaç" temalı bir anlatımla şöyle dedi:

(...)Şimdi o bakımdan Mustafa Kemal İslâm dünyasında Türkiye'nin ayrıcalıklı olmasını sağlamıştır. Çünkü uzağı görmüştür ve neşteri biraz acı vurmuştur. Ben yıllardır bu konuda şöyle düşünmüşümdür; "biraz ileri gitmiş, yani biraz daha şefkatli davranamaz mıydı, biraz daha hafif, çok fazla keskin bir şeyden uzak dursaydı" filan gibi yorumlar etrafında dolandı zihnim. Fakat şimdiki kanaatim; kanser hastasına aspirin veremezsiniz, ya da ameliyat etmek bir acımasızlığın değil, tam tersine uzgörüşlülüğün, ileri görüşlülüğün gerçek bir şefkatin mahsulüdür.(...)


Kitabın önsözünde Şengör şöyle diyor:

Ben bütün dünyanın aklı başında ve bilgili insanlarının paylaştığı bir görüşe katılanlardanım: Atatürk bir dâhiydi ve bu dâhînin yaptıklarının genel bilânçosu hem kendi milleti hem de insanlık açısından çok olumludur. Aklı başında hiç kimsenin zaten bu konuda bir şüphesi yok. Üzerinde tartışılan mevzu Atatürk'ün diktatör olup olmadığıdır. Bence Atatürk, ilk ve kanımca en başarılı biyograflarından Harold Courtnay Armstrong'un (1892-1943) 1932 yılında yayınladığı Grey Wolf Mustafa Kemal-An İntimate Study of a Dictator (Bozkurt Mustafa Kemal-Bir Diktatörün İçten Bir İncelenmesi: Arthur Barker Ltd., Londra, 352 s.) kitabının başlığında da belirttiği gibi bal gibi diktatördü, ama iki kavram sıklıkla birbirine karıştırılır. Bununla birlikte onu tarihteki resmî ünvanlı ilk ömür boyu diktatör Gaius Julius Caesar'dan (MÖ 100-44) beri tarihteki ekseri diğer diktatörlerden ayıran önemli bir özelliği vardı: Tüm düşüncelerini milletini temsil eden meclise öyle veya böyle kabul ettirdikten sonra uygulaması. Atatürk'ün meclisi sadece iki defa tehdit ettiği söylenir: Birincisi, Büyük Taarruz'dan evvel başkumandanlık görüşmeleri sürerken. Bu tehdidi de şu sözlerden ibarettir: "Orduyu başsız bırakmadım, bırakmıyorum, bırakmayacağım." O zaman ülkenin içinde bulunduğu nazik durum ve meclisin takındığı tutum düşünülürse bu ifadeyi mazur görmek kolaydır. Diğeri de hilâfetin saltanattan ayrılması tartışmaları sürerken söylediği: "Bu iş olacaktır. Ama bu arada bazı kafalar kopabilir" sözleridir. Bu, aslında dinsel anlamda dogmatik (yani dinin kuralları gereği) ve tarihsel kökleri olmayan bir birliktelik hakkında ülkenin kritik günlerinde yapılan sonu gelmeyen bilgisiz ve akılsız tartışmaların karşısındaki isyanını dile getirir. Samsun'a çıktığı 19 Mayıs 1919 gününü Türkiye'nin kaderini eline aldığı tarih olarak kabul edersek, ülkenin yönetiminin cansız parmaklarından kaydığı 10 Kasım 1938'e kadar 19 senede Atatürk hiçbir kararını altında milletin temsilcilerinin imzalarının olmadığı bir bildiriyle ne milletine ne de dünyaya tebliğ etmiş veya uygulamaya koymuştur.

Tam yeri gelmişken ilave etmek gerekir ki, Turgut Özakman Mustafa filmindeki çarpıtmalara cevap olarak yayınladığı "Mustafa" Filmi Hakkında adlı kitapçıkta; 1938 yılı Kasım ayına kadar meclisten geçen yaklaşık 3500 yasanın, yalnızca 100'ün altında bir kısmının Atatürk'ün tavsiyesiyle meclisten geçtiğini ve daha da önemlisi, 1924'te Atatürk'ün gücünün en taze döneminde talep ettiği meclisi ve yasaları veto edebilme hakkının meclis tarafından kabul edilmediğini yazar.

Bilindiği üzere günümüzde geçerli bir demokrasinin olmazsa olmazları arasında olan; çok partililik ve güçler ayrılığı da ülkemize sırasıyla 1946 ve 1961 yıllarında gelmiştir. Ancak burada zamanın şartlarını anlamak, anakronizme düşmemek gerekir.

Zira en başta unutmamak gerekir ki; devrimlerin bir ruhu vardır ve bu ruhun işleyişi  tarihte hemen hemen hiçbir zaman demokratik yollarla olmamıştır. Aslında bu bile son derece naif ve yumuşak bir ifadedir. Devrimler, büyük değişim süreçleri, daima radikal bir şekilde gerçekleşmiştir. İyilik ve doğruluğu demokrasiyle özdeşleştirmek, geniş kitlelere empoze edilmiş bir modern zaman inanışından ibarettir. Ancak aklı ve mantığı kaybetmeden, demokrasinin neden önemli olduğunu unutmadan ve demokrasiyi kutsamadan hareket etmek ilerlemek için şarttır.

Elbette ki demokrasi insanlık tarihinden süzülen önemli ve değerli bir karakter, bir standarttır. Herhalde uygulanabilirliği olan demokrasiden daha iyi bir standart en azından şimdilik düşünülememektedir. Herkesin katılımının olduğu yönetim, günümüzde en doğru yönetim olarak benimsenmiştir.

Benim "Rasyonel Temellendirme" adıyla kavramlaştırmaya çalıştığım şekilde, genel farkındalığın, hafızanın ve aklın diri tutularak hareket edilmesi yaklaşımı özellikle demokrasiyle ilgili konuşurken son derece gereklidir. Demokrasinin ne kadar yüce, ne kadar doğru, daima geçerli, ne olursa olsun olması gereken, "amasız" ve "fakatsız" en üstün değer olduğu gibi yaklaşımlar güçlenirse inançlaşırlar ve artık akıl-mantık çerçevesinin dışında bir yerde konuşlanırlar. Bu da demokrasiyle zerrece bağdaşmayan yönetimlerin "demokratik" ön adıyla istediği gibi at koşturduğu bir sonucu doğurabilir. Çoğu kez de direkt böyle olmuştur. Ayrıca söz konusu bir kutsama bu güne kadar safha safha gelişerek gelinen demokrasiden, daha iyi bir noktaya gidişi de engelleyecek, çakılıp kalmaya sebep olacaktır.

Demokrasinin kutsanmasının pek çok zararından birisi de çok seslilik sonucu atıl kalmaktır. Genel olarak oluşturulmuş kanının aksine çoğu yerde, çoğunluk olarak değil işin ehli kişilerce azınlık olarak ve hızlıca karar alınması doğru olandır. Genel anlamda demokrasinin yaşatılması için dahi ironik bir şekilde bu gerekir.

Demokrasiyi kutsamadan akıllıca hareket etmenin güncel bir örneğini İstanbul seçimleri sonrası, CHP'nin kampanya direktörü Necati Özkan'ın T24 kanalında, katıldığı programdaki değerlendirmesinde görüyoruz. Özkan programda kampanya sürecini anlatırken şöyle diyor:

(...) Yani herkes zanneder ki seçim kampanyası yönetmek demokratik bir iştir. Hayır öyle değildir. Seçim kampanyaları demokratik olarak yönetilemez. seçim kampanyalarında her kafadan bir ses çıkamaz. Seçim kampanyaları tamamen disiplinle yönetilmesi gereken, neredeyse askerî harekat gibi, doğru planlanması ve icra edilmesi gereken bir iştir. (...)

Necati Özkan'a katılmamak elde değil. Zaten sonuç da onun dediklerini teyit ediyor. Ayrıca, her gün arka plandaki çok sesliliği yansıtan farklı açıklamalarla, her hafta farklı bir sloganla toplumun önüne çıkan bir seçim katılımcısı düşünülebilir mi? Bu kesinlikle komik ve kaybetmeye mahkum bir strateji olurdu. Ancak ne var ki, modern zamanların "her yerde ve her şartta, ne olursa olsun demokrasi!" inancıyla bu komik stratejiyi yürütmek son derece olasıdır.

Yabancı kaynaklarda Atatürk'ten diktatör olarak bahsedilmesi sık rastlanan bir durumdur. Bu o zamanın atmosferiyle de son derece uygun bir nitelemedir. Bilindiği üzere 20. yüzyıl otoriter liderlerin yüzyılıdır. Burada yine de hiç ayrım gözetmeyen bir bakışla denilebilir ki; Atatürk bu liderlerden de farklıdır. Zira Armstrong'un kitabının bitişinde özet bir değerlendirme olarak kurduğu ve Celâl Şengör'ün de önemle altını çizdiği cümle, Atatürk'le ilgili olarak; "O Türkiye'de bir daha kesinlikle bir diktatör ortaya çıkmasın diye diktatör olmuştur" şeklindedir.

Ayrıca çok partili hayata geçiş denemelerinin Atatürk'ün tüm çabalarına rağmen başarıya ulaştırılamadığı da bir tarihî gerçektir. Tek parti yönetimi Atatürk için bir keyfî tercih değil zorunluluk olmuştur.

Yine Atatürk'e hakaret eden köylüye karşı Atatürk'ün tutumu son derece yumuşak ve anlayışlıdır. Meşhur olayda kendisine hakaret ettiği gerekçesiyle mahkemeye çıkarılacağı söylenen köylüyle alakalı olarak Atatürk, ona bu haberi verenlere köylünün neden hakaret ettiğini sorar ve oradakiler de "gazete kağıdından sarılan sigarası tutuştuğu için" derler. Atatürk onlara hiç gazete kağıdına sarılmış sigara içip içmediklerini sorar ve kendisinin Trablus'tayken içtiğini berbat bir şey olduğunu söyler. "Adamcağız haklı, onunla uğraşmayı bırakın da adam gibi sigara içmesini sağlayın" diye ekler...

Şimdi aynı olayın bizdeki bazı satılmış kalemlerin/ağızların Atatürk'ü benzetmeye bayıldıkları Hitler, Mussolini ve Stalin gibi liderlerin başına gelmesi durumunda nasıl sonuçlanacağını düşünebilir miyiz?

Atatürk ve Aklımız

Arka kapakta ve kitaptaki genel vurgunun bir özeti olarak Şengör şöyle diyor:

Atatürk hâlâ önemli mi bizim için? Çok önemli. Peki Akıl bizim için önemli mi, aklımızı kullanmak zorunda mıyız? Buna verilecek cevaptan, Atatürk'ün bugün bizimle ilgili olup olmadığı, onun adını hatırlayıp hatırlamamız, onun yaptıklarından ders alıp almamamız gerektiği ortaya çıkacaktır. Atatürk bize aklın neler yapabileceğini göstermiştir. Bunun mümkün olduğunu göstermiş; ama "Ben böyle diyorum, böyle yapın," dememiştir. Bilakis, "Ben hiçbir şey söylemiyorum, sadece aklınızı rehber edinin," demiştir. Yaptığı bütün inkılapların gayesi de aklın rehberliğinde Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağa uygun, bütün mana ve biçimiyle uygar bir toplum haline dönüştürmektir.

Kitapta Osmanlı topraklarında on yıllarca biriken işler, savaşlar sonucunda ivmelenerek büyüyen ilkellik ve yoksulluğun akıl yoluyla nasıl halledildiği muazzam bir şekilde anlatılıyor. Rus Çarı Büyük Pedro gibi önemli referanslarla tepeden inmeci rasyonalitenin geliştirici yönü izah ediliyor.

Yine aklın bir gereği olarak yapılan Harf İnkılabı'nın, Türkçenin fonetiğine ve yapısına uygun bir alfabe olarak latin alfabesinin -bazı rötuşlarla- kabul edildiği ve işe yaradığı yaklaşık 7-8 sayfada veriliyor.

Atatürk'ün Yöntemi ve Genel Değerlendirme

Bilerek son kısıma bıraktığım ve açıkçası bu kitaba özgü olan, başka bir yerde rastlayamadığım bir saptama da Atatürk'ün yöntemiyle ilgilidir. İlk defa Celâl Şengör'ün saptadığı bilimsel yöntem ve Atatürk'ün yönteminin benzerliği şu şekildedir:

Bilimsel Yöntem

1. Problemin saptanması

2. Problem çözümü için bir varsayımın uydurulması

3. Varsayımın çıkarımlarının gözlemle denetlenmesi

4. Gözlemlerle çelişiyorsa varsayımın terk edilmesi

5. Genişlemiş gözlem temeliyle uyumlu yeni bir varsayımın uydurulması

6. Yeni varsayımın çıkarımlarının gözlemle denetlenmesi

7. Dördüncü ve sonraki aşamaların sırayla tekrarı

Atatürk'ün Yöntemi

Atatürk, tüm yaşamı boyunca;

1. Önce karşısındaki sorunu iyi tanımaya ve tanımlamaya,

2. Kendisinden önce bahis konusu sorun veya sorunlar için ortaya atılmış çözüm önerilerini iyi öğrenmeye ve bunların başarısızlık ve/veya uygunsuzluk nedenlerini doğru teşhis etmeye,

3. Sorunun veya sorunların çözümü veya çözümleri için uygun varsayım önerileri üretmeye, 

4. Kendi önerdiği varsayımlara körü körüne asla bağlanmadan onları en acımasız bir şekilde gözlem raporlarıyla denetlemeye

5. Başarısız olduğuna inandığı varsayımlarını derhal eleyerek, yerlerine yeni gözlem temelini de dikkate alarak yeni varsayım önerileri üretmeye,

6. Bu yeni varsayım önerilerini de daha önceki varsayımlar için yaptığı gibi gözlem raporları ışığında denetlemeye büyük özen göstermiştir. Bu yöntem, Atatürk'ün işlerini neredeyse bitirdiği yıllarda Karl Popper'in tüm dünyaya gösterdiği gibi, doğa bilimlerinden bildiğimiz, bilimsel yöntemin ta kendisidir.

Genelde Atatürk'le ilgili olarak olumlu veya olumsuz aynı lafların tekrarlanması, kısır tartışmalar ve tarihî bilginin boğuculuğuyla ıskalandığını düşündüğüm en önemli kısım tam olarak da budur; Atatürk'ün yöntemi...

Hoca'nın da belirttiği üzere Popper'ın bu tanımlamaya yaptığı sıralarda yani 1930'lu yıllarda Atatürk neredeyse tüm işlerini zaten yapıp bitirmiştir. Popper da bundan tamamen habersiz olarak bilimsel yöntemin tanımını yapmış ve Celâl Şengör aradaki muazzam benzerliği yakalayana dek, uzun yıllar öylece geçip gitmiştir. İşte diğer pek çok muhteşem kısmından ziyade, özellikle bu sebepten dolayı bu ince kitabı; Atatürk'e dair yazılmış en önemli kitaplardan birisi olarak görüyor ve herkese öneriyorum!

İyi okumalar...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder