26 Ekim 2019 Cumartesi

Osmanlıcılığın Marksist Eleştirisi


Bu sefer, yazıya aslında buraya ait olmayan bir girişle, bu türden paragraflarla başlamam gerekiyor. Pek çok yazımda meseleleri Marksizm'le, sosyalizmle ilişkilendiriyor, hattâ bazen müstakil olarak direkt bu başlıklarla ilgili yazılar yazıyorum. Bu da beni yakinen tanıyan kişilerle, dostlarımla aramda bazen gülümseten diyaloglar geçmesine sebep oluyor. "Sen Kemâlist değil miydin?" Veya "Marksizm'le Kemâlizm bağdaşabilir mi/ne ölçüde bağdaşır?" gibi sorulara maruz kalıyorum.

Marksizm'e tam olarak inanmadığım ve bağlı olmadığım gibi, böylesine büyük bir birikimi tamamen reddetmenin de son derece "ideolojik", taraflı ve adaletsiz olacağını düşünüyorum. Yine Türkiye özelinde Kemâlizm'i en akıllıca çıkış yollarının ve ilerlemenin, uygulanması gereken yöntemlerin meydana getirdiği en geniş küme olarak görüyor, bu yönde bir inanç taşıyorum. Pek çok yerde meselenin inançtan da öte direkt bilinebilecek bir durumda olduğunu görüyorum.

Türkiye'nin dışında durumu bize benzeyen pek çok ülkede de "Kemâlist" bir reçetenin yeteri kadar üzerine düşüldüğü durumda kesinlikle olumlu sonuç vereceğini düşünüyorum. İnanın bu sadece benim düşüncem de değil. Meşhur Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger de böyle düşünüyor!

Yine Marksizm bahsine dönecek olursak, Marx'ın pek çok şeyi icat etmediği, var olanları daha da detaylandırdığı ve bir araya getirdiği söylenir. Bu doğrudur ve artı değer, yabancılaşma, diyalektik gibi kavramlar buna örnek gösterilebilir. Marx tıpkı iplik üretiminde olduğu gibi bu üç malzemeyi doğrusal ve aynı yönde olacak şekilde alır, birleştirir ve yeni tek bir malzeme ortaya çıkarır. Teknik olarak söylemek gerekirse katlama ve çekim işlemi yapar.

Bu başlıca kavramlardan artı değer kesinlikle ve daima bir sömürüyü mü ifade eder, yoksa bir tür iş birliğiyle tüm uygarlığın gelişimindeki yegane formül mü demektir?

Yabancılaşma belki de en can alıcı, geçerli ve en yerinde tespittir. Ancak diyalektik düşünce ve diyalektik mantık tam olarak nedir? Objektif bir matematiksel analiz karşısında, salt bir felsefî sınama sonrasında ne derecede ayakta kalabilir?

İnsanlık tarihi kesinlikle ve tamamen bir sınıf savaşımları tarihi midir? Bunu nasıl belirleyebiliriz?

Bunlar gibi pek çok kısmı problemli görüyorum. Yine zamanla tüm ulusların yavaşça kaybolup bir tek tipleşme meydana gelmesi ne derecede gerçekçidir? Dünya savaşları sırasında her ülkenin sosyalistleri sınıflarını değil kendi ülkelerini desteklememişler midir? Aynı millî refleks ve hisler Sovyetler'in dağılmasında önemli rol oynamamış mıdır?

Bunlardan da bağımsız olarak bir "insanın doğası" tartışması da vardır ki, başlı başına bir yazı hattâ kitap konusudur. Liberalizm bireyselliği merkeze alması, toplumsallığı özellikle dayanışma bağlamını oldukça geri planda bırakır. "İnsan insanın kurdudur" anlayışı, yaklaşımı söz konusudur.

Burada Marksizm'in iyi veya kötü mü olduğu tartışması yerine, insanın iyi mi yoksa kötü mü olduğu tartışmasını yapıyoruz aslında. Marksizm'in temel iddialarından birisi, insanın kendiliğinden çıkarcı, sermaye meraklısı ve bencil olmadığı, onun çeşitli ekonomi-politik süreçlerle bu yapıya büründürüldüğü yönündedir.

Diyalektik mantık perspektifinden bir tarih analizi, tarihsel diyalektiğin kapısını aralar. Buna göre ilkel komünal yapıdan itibaren, bireysel mülkiyetin ve artı değerin icadıyla sömürü başlamış ve insan da bu yönde bir gelişim göstermiştir. 

Ben en temelde söz konusu mucitliği yapan ve bunu benimseyen insanların da "iyiliğinden" şüpheli olarak, yaptığım pek çok diğer gözlemle de insanların özünde iyi olduğunu veya normal şartlarda paylaşıma, dayanışmaya herhangi bir meyilleri olacağı inancını fazla iyimser buluyorum. Yeni konuşmaya veya yürümeye başlayan iki çocuğun oyuncak kavgasını izlerseniz, demek istediğimi çok daha iyi anlarsınız.

Ancak tüm bunlara ek olarak, interdisipliner çalışmanın büyük bir öncüsü, esaslı bir teorisyen ve hattâ yaratıcı olan Marx, kapitalizmin rasyonalizatörlerinin saldırdığı ve buna teşvik ettiği şekilde eleştirilmemelidir. Her şeyden önce bu eleştiriler objektif veya bilimsel olmayıp, finanse edilmiş taarruzlardır. Marx'ın "beyaz yakalıları öngörememiş olması" gibi bayat, klişe, abuk, lümpen ve hiç özgün olmayan bir laf esaslı bir eleştiri değildir. Veya çok sık tekrarlanan "Marx yanıldı" ifadesi periyodik olarak süren krizlerin, global ölçekte frenlenemediği bir ortamda sahiplerini utandıracak bir ifadedir.

Yaşadığı dönemde Londra'yı, Paris'i, New York'u bir kenara bırakalım, Trabzon'daki, Bursa'daki, Kayseri'deki, Halep'teki ticarete, zanaate dair fikir sahibi olan ve bir bütün olarak yorum getiren Marx herhalde cahil bir adam değildir!

Bu belki biraz havada kalan, teori kokan laflara ek olarak, Sovyetlerin çözülüşüyle, küresel ölçekte solun gerilemesiyle, neoliberal politikaların bir kanser gibi yayılmasıyla, çalışma saatlerinin arttığını, çalışma koşullarının kötüleştiğini, hemen her yerde sosyal devlet özelliklerinin törpülendiğini, sosyo-ekonomik ayrımların keskinleştiğini hatırlatmak isterim!

Ayrıca Marx'ın Engels'in ortaya attığı, onların ötesinde haleflerinin geliştirdiği pek çok kavram, yaklaşım, algılayış bugün çalışan, işe yarayan ve bize ışık tutabilecek bir niteliktedir.

Örneğin Marx'ın düşünsel döneminin başlayışıyla, 1796'da Destutt de Tracy'nin tanımlamasından itibaren, henüz elli yaşını ancak dolduruyor olan taze bir kavram olarak "ideoloji", bambaşka bir içerikle donatılmış ve yeniden yapılandırılmıştır.

Marx'ta ideoloji ağırlıkla negatif bir anlama sahip olmuştur. Bu direkt olarak alt kesimleri dizginlemeye yarayan devasa bir düşünsel çarpıtma, zihinlere zerk edilen bir yanlış bilinçtir. Söz konusu yanlış bilinç tanımı, bugün ideoloji kavramını incelerken en başta başvurmamız gereken bir bilgidir.

Liberalizm özelinde, herkesin zengin olabileceği, girişimciliğin önemi, hep daha çok çalışmanın övülmesi ve gerekli gösterilmesi bu yanlış bilincin herhalde en kadim örneğidir.

Yine milliyetçilik bu kapsamda ele alındığında, millî kimlik yüceltilerek, fabrikalar sahibi birisiyle, o fabrikalardan birisinde çalışan binlerce kişiden biri olan bir işçinin söz gelimi eşitlenmesi ve millî vurguların ön plana çıkarılması da değerli bir örnektir.

Günümüzde Türkiye özelinde ve Neo-Osmanlıcılık formuyla sürdürülen "Osmanlıcı" yaklaşım yine söz konusu Marksist analizle çözümlenebilecek, eleştirilebilecek, ele alınabilecek bir manipülatif düşünsel bütünü ifade eder.

İdeolojilerin ortaya çıkışları, genelde kriz anlarını ve bu paralelde gelişen fikir çatışmalarını izler. Örneğin yüzyıllardır var olan Kilise otoritesi, kral ve soyluların düzeni, Fransız Devrimi ve dolayısıyla devrimcilik fikri patladıktan sonra bir ideoloji olarak "muhafazakârlık" şeklinde oluşmuştur. Bunun öncesinde uzun yıllar boyu yine aynı zihniyet yapısına sahip insanlar "muhafazakâr" değillerdir.

Osmanlı dağılışından önceki son sancılı dönemlerine girdiğinde, kurtuluşa yönelik fikir akımları, sırasıyla; Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük şeklinde olmuştur. Bu ideolojiler birer matruşka bebeği gibi birbirlerinin içinden çıkmışlardır. Dikkat ederseniz en geniş hâli Osmanlıcılık ifade eder, zira milletler ve hattâ dinler üstü yapısıyla bir imparatorluğu vurguluyordur.

Ardından, özellikle Müslüman olmayan unsurların birbiri ardına kopuşuyla, Osmanlıcılığın rengi daha çok İslâmcılığa döner. Türklerin, Arapların ve diğer sünni Müslüman unsurların hilafet çatısı altındaki genel birliğin vurgulanması söz konusudur.

Müslüman unsurların da bu birliğe pek merakı olmadığı görüldüğünde İTC öncülüğünde bir Türklük vurgusu başlar. Özellikle I. Dünya Savaşı'nda alınan ders, zamanın da bir gerekliliği olarak makul akılları "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" çizgisine getirmiştir.

Peki en can alıcı kısma gelecek olursak, yüz yıl önce ölümü kesinleşen, ağızlarda mayhoş bir tat bırakan bir fikir akımı, bir ideoloji olarak Osmanlıcılık, bugün hâlâ nasıl savunulabilir? Bir zümrenin savunuyor olmasının da dışında bu düşünsel yaklaşım nasıl alıcı bulabilir? O zamanlarda dahi makul akılların şiddetle karşı çıkması gereken, asker ihtiyacı, tarımsal üretim ve vergiler haricinde hatırlanmayan geniş ve sefil kitleler, hanedanla başı hoş olmanın da ötesinde, kendisini onunla özdeşleştirerek nasıl gurur duyabilir?

İnternette pek sık rastlanan bir mukayese görseli
Neo-Osmanlıcık'tan fazlaca etkilenen bazı "Diriliş: Ertuğrul" dizisi izleyicilerin internette alay konusu olan fotoğrafları;





İşte Marx'ın ve takipçilerinin de ısrarla vurguladığı şekliyle, bir yanlış bilinç olarak ideoloji tam olarak budur. Varlığı küçük ve dar bir yapının daimi konforunu tesis etmekle yükümlü hâle getirilmiş lümpen kalabalıklar, nam-ı diğer tebaa,  bundan başka da hiçbir işe yaramayacak olmayı sorgulamaksızın anlaşılması güç bir motivasyonla, hallerinden son derece memnun olarak bu durumu yaşama ve yaşatma eğilimindedirler. Bu onların kendilerini konumlandırma, "muazzam" bir bütünün parçası olarak tanımlama, anlamlandırma yöntemleridir.

Uzunca bir düşünsel yolu katetmeye zorlanmadan, bunun dışında bir şey düşünmeleri mümkün olmadığı gibi, aksi yönde en ufak bir fikre de orantısız ölçüde tepki vermeleri olağandır. Yanlış bilincin bu formu da tıpkı diğer formları gibi, sığ zihinlerden söküp atılması son derece zor bir altyapıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder