5 Ekim 2019 Cumartesi

İslâmcıların medeniyet iddiası gerçekçi mi?


Bu soruya cevap arayabilmek için, öncelikle "İslâmcı" tabirinin ne olduğunu ve yerinde olup olmadığını belirlememiz gerekir.

İsimlendirme her topluluk için karşıdan yapılan bir eylem olmuştur. Pek çok millet, isimlerini diğer milletlerden hattâ düşman milletlerden almıştır. Benzer bir şekilde ideolojik gruplarda veya ortak bir düşünsel zemine sahip topluluklarda da böyle işleyen bir durum görülür.

Said Nursi'nin eserlerini okuyan ve bu doğrultuda bir organizasyon meydana getiren kişilere, uzun yıllar boyu dışsal bir dille "Nurcular" denmiştir. Başlarda bunu hakaretamiz bir adlandırma olarak gören ve kesinlikle reddeden bu çevre, günümüzde gelinen noktada kendilerinden direkt "Nurcular" olarak bahseder hâle gelmiştir.

"İslâmcılar" adlandırması için de yaklaşık olarak aynısı geçerlidir. Uğur Mumcu'nun "İslâmcı ideoloji" ve "İslâmcı bankerler" gibi ifadeleri buna örnek gösterilebilir.

Tarihî perspektifin dışında, günlük hayattaki karşılığına bakacak olursak, on yıl önceye kadar ağır bir negatif ifade olarak "İslâm istismarcıları" gibi bir anlama tekabül ettiği düşünülen bu hitap, günümüzde kendi yazarlarınca, "İslâmcılık", "İslâmcı gençlik", "İslâmcı hareket" gibi ifadelerin kullanıldığı bir manzarayı meydana getirmiştir. Günlük hayatta, tabanı tarafından da ideolojik bir niteleme olarak "İslâmcılık" git gide benimsenmektedir.

Güncel bir olay olarak "Cübbeli Ahmet Hoca" olarak tanınan Ahmet Mahmut Ünlü ve SP lideri Temel Karamollaoğlu arasında geçen "İslâmcılık" tartışması ilgililerin hafızasında son derece taze olarak duruyordur. Karamollaoğlu'nun "Müslümanım ama İslâmcı değilim" ifadesi, Ünlü tarafından asla kabul edilemeyecek ve kendi içinde çelişen bir söylem olarak ağır bir şekilde eleştirilmiştir.

Şimdi gelelim bu yaklaşımın bazı sivri kalemlerinin büyük iddialarına...

Bu iddialar arasında Türkiye'ye şeriatı getirmek şöyle dursun; Avrupa'yı, Amerika'yı, nihayetinde dünyayı saran bir İslâmlaşma dalgasıyla her şeyi baştan dizayn etmek bile yer alabilir. Üreticileri açısından bir sıkıntı yok. Hayal kurmak henüz paralı değil!

Soruyu tekrarlayalım: İslâmcıların medeniyet iddiası gerçekçi mi?

Cevap ne kadar basit ve kesin olsa da daha kabul edilebilir bir yöntemle, daha yavaş ilerleyelim. Bu medeniyet iddiası nedir, önce bunu ele alalım.

Öyle anlaşılıyor ki "çağrısı çağını kuracak nesil" ve ona benzer ilginç söylemlerle, tümden, olabilecek en büyük karasal parçayı etkileyen ve bunu yine dev bir zaman zarfınca geçerli olmak üzere yapacak olan İslâmî bir gençlik tarif ediliyor.

Bu etki öyle köktenci bir şekilde sunuluyor ki, dinin ötesinde; dil, kültür, yaşayış, alt yapı, Batı'ya ve Batılılığa dair hemen her şey hattâ teknoloji bile kendisine tavır alınan veya reddedilen bir konuma yerleştiriliyor. Bugün kanıksayarak yaşadığımız anlamda ne varsa silinip yerine "asıl olması gereken" konuyor!

Söz konusu reddediş elbette sadece bir ütopyayı ifade edebilir. Bunun haricinde hiçbir gerçekçiliği de olamaz. Bunun iki ana sebebi var; birincisi mevcut durum böyle bir şeye birkaç ışık yılı kadar uzaktır. İkincisi mevcut durum çok daha iyi olsa bile dünyayı, bizi de halihazırda şekillendirmiş olan gezegenimizi, hiç yaşanmamış, deneyimlenmemiş bir hâle dönüştürmek en iyimser yaklaşımla bile ihtimal dışıdır.

İlk sebebimizi biraz daha açalım.

Naçizane yaptığım bir tespit var: Büyük laflar küçük gruplara söylenir!

Bu ne demektir?

Binlerce veya daha fazla insanın bulunduğu bir meydanda, basit ve akıcı bir dille temel meseleleri anlatabilirsiniz. Pahalılık, ekonomi, pazar alışverişi, maddî durumlar biraz düzgünse, belki dış politika, Suriyeliler vesaire... Bunlardan yana sıkıntı kalmadıysa daha farklı konular basit bir dille anlatılabilir.

Hitler'in meşhur Propaganda Bakanı Joseph Goebbels kitleleri etkilemede basit cümlelerin ve tekrarın, sloganların ne kadar etkili olduğunu açıkça belirtir. Konuşma karmaşıklaştıkça kitlenin anlaması güçleşir ve propagandanın etkisi azalır. Benzer şekilde duayen siyasetçi Süleyman Demirel'in de basit ve kısa cümlelerin halka hitap ederken ne kadar etkili olduğunu anlattığı röportajları vardır.

Yüzlerce (binden az) insana hitaben konuşuyorsanız, bir parça daha detaya girebilirsiniz. Hele de bu kişilerin ortak bir yanı varsa -aynı fabrikanın işçileri veya aynı okulun öğrencileri gibi- anlatılanlar çok daha kolay anlaşılır.

Onlarca (yüzden az) insana karşı konuşurken artık bu bir üniversite dersliğinin ortamını ifade edebilir. Çok sağlıklı olmasa da bu sınıfa kadar gerekli alt yapıyı almış öğrenciler, akustiği iyi bir ortamda anlatılanlar üzerine mutabık kalabilirler. Yine de hocanın yüksek sesle ve nispeten düz bir anlatım yaptığı bir durum söz konusudur.

Otuz kişiye daha nitelikli ve ağır bir konu anlatılabilir. Artık hoca -veya konuşmacı- hitap ettiği kitleye daha hakim, tonlamalar yaparak, çoğu kişiyle göz teması kurarak ve herkesin kendisini rahatlıkla takip edebildiği bir şekilde konuşabilir.

On kişide ve altında bu etki çok daha artar. Hele hele konuşmacı bir masada sadece bir kişiye bir şeyler aktarıyorsa içeriğin niteliği artık azami seviyeye ulaşmıştır. Öyle ki artık bire bir anlatım söz konusudur. Atom fiziğinden herhangi bir mühendislik alanına veya ileri seviye bir biyoloji bilgisine pek çok şey gayet verimli bir şekilde aktarılabilir. İletişimin kalitesi zirveye ulaşır.

Şimdi ilgili tespitimin detayları olan bu bilgilerden hareketle sebeplerimizi genişletelim. İsmail Kılıçarslan'ın "Muhafazakâr orta sınıf nasıl delirdi?" başlıklı köşe yazısında son derece ileri bir sosyolojik tahlille anlattığı şekliyle, dejenere olmuş, "TikTok" fenomeni, her gün yeni bir evlilik ritüeli yumurtlayan, tüketici, "keyf-i nargile"ci, kayda değer bir okuması ve donanımı olmayan on milyonlarla ifade edilen bu geniş kitleye, bunun önemli bir parçası olan "İslâmcı gençliğe" ne anlatılabilir? Ne şekilde bir yol haritasıyla dünyadaki diğer örgütlü ve donanımlı gençlik kitlelerinin çizgisi yakalanıp bir de üstüne çıkılıp böyle bir etki yaratılabilir? Bu tartışmaya değer bir konu bile değildir...

Ancak ikinci sebep olarak belirlediğim şu durum da var; şu ankinden çok daha farklı bir yapıya sahip, bir paralel evren hayalini andıran, ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi çizgisindeki Türkiye'nin dört bir yanındaki onlarca kale gibi okuldan yetişen; Necip Fazıl Kısakürek'i, Nuri Pakdil'i, Nurettin Topçu'yu, Cemil Meriç'i, Sezai Karakoç'u, Cahit Zarifoğlu'nu ve İsmet Özel'i özenle okuyup hatmetmiş, genel entellektüel okumaları arşa değmiş, birbiriyle de sıkı bir etkileşim içerisinde olan bir "İslâmcı gençlik" de olsaydı öyle çağrısı çağını falan kuramazdı.

Neden mi?

Çünkü İslâmcı ideoloji aklı sıra hiç taviz vermeden, yapısında en ufak bir  olumlu değişiklik yapmayı reddeden, dolayısıyla da gelişmesi mümkün olmayan bir çizgide durup durmayı marifet zannediyor. Bozulmamak sanıyor! Bahsettiğim kafa yapısı Batılılıktan çıkmış, dünyaya, insanlığa mâl olmuş her şeyi reddetmeyi, bu gülünç Don Kişot'lukta diretmeyi esaslı bir meydan okuma olarak görüyor!

En son "İslâm'da güncelleme" tartışması söz konusuyken yükselen sesleri bir hatırlayalım. Kıyametler kopmuştu ve tüm "revizyoncu cephe" bidatçilikle suçlanmıştı.

Oysa "bidatten" sakınmakla ne oluyor? Günümüzdeki ve günümüze gelinene kadarki sayısız gelişmeyi görmezden gelerek, uygulamada da her türlü çelişkiyi halı altına süpürerek nereye varılabiliyor?

Mustafa Öztürk'ün başını çektiği tarihselciliğe çatmayı bir rutin haline getirip, pratikte Batılı yaşamın ve teknolojinin, hattâ birtakım "haramların" dibini sıyıran çelişik bir teorik evrenselciliği savunmak ne kazandırıyor?

Mevzuubahis kesimin kafa yapısına veya bilinçaltına şöyle bir bakalım. "Hakkıyla örtünmek" dendiğinde, yani en doğru örtünme şekli olarak, kara çarşaftan başka ne kastediliyor olabilir?

Bu yaklaşıma göre genç bir kız ve erkeğin el ele dolaşması, çimlerde oturması, metroda, metrobüste yan yana yolculuk etmesi, bir yerde birer yudum bir şeyler yiyip içmesi mümkün müdür? Yada bunlara ek olarak herhangi sosyal bir aktivitenin karşılığı nedir? Yoktur tabii ki, yasaktır, olumsuzdur.

Peki yasak diye bunların hiçbiri yapılmıyor mu? Ne demek, pek çoğunun dik âlâsı, daniskası, çok çok daha ilerisi yapılıyor!

Peki bu durumda hiçbir şekilde eli tutulmayan, pazarlık payı olmayan, değişmez, bin dört yüz yıl öncesine mıh gibi çakılıp kalmış anlayış, lâfta savunulmaktan başka hangi gerçekçiliği mümkün kılıyor?

Bu anlayışın savunucuları, her şeyi, herkesi geçtim, kendi çocuklarına, torunlarına, yeğenlerine ne derecede temas edebiliyor, onların dünyasında ne kadar var olabiliyorlar?

Bugün bilimin en büyük realitelerinden, olgularından birisi olarak biyolojik evrimle didişip durmak, "olsa olsa evrimi Allah yaratmıştır" çizgisine gelmeyi dahi bir lütuf olarak görmek, hâlâ ilkel "maymundan gelme" tartışmalarını sürdürmek, hangi ciddi bilimsel ilerlemenin kapısını aralayabilir?

Batı'ya karşı "Batılı" bir mücadele vermek zaten onların çizgisine gelmek demek değildir. Evet Batı ikiyüzlüdür, sömürgecidir, açgözlüdür, acımasızdır. Bunlar doğru, ancak bunların da ötesinde artık tartışılmaması gereken, küresel ölçekte insanî ve demokratik değerleri inşa etmiş, artık tüm dünyaya mâl olmuş "Batılı" kavramları da söz konusu olumsuzluklarla harmanlayarak reddetmek ilkelliktir.

İngiltere'de kraliyete karşı yüzyıllar önce Oliver Cromwell'ın mücadelesi, General George Washington'ın ABD'nin kuruluşunda sömürgeci İngilizlere karşı verdiği amansız mücadele, Fransa'da krala karşı Robespierre ve Jakobenlerin mücadeleleri, Amerika'daki gericiliğe karşı 16. Başkan Abraham Lincoln'ün mücadelesi, Almanya'yı birleştiren General Otto von Bismarck'ın bütün mücadelesi "Batılı" değil midir?

Günümüze gelene kadar da tüm bu mücadelelerin birer manevî kardeşi olarak; Rusya'da Lenin, bizde Atatürk, Çin'de Mao, Küba'da Che ve Fidel, Vietnam'da Ho Çi Minh aynı "Batılı", modern ve millî başkaldırıyı yapmamışlar mıdır?

Kaldı ki Batı, pek çok örneğinden anlaşılacağı üzere bizim "Batılı" olmamızı da pek istemez. O üst "medenî beyler kulübüne" girmemiz, onların eşdeğeri bir statüye sahip olmamız, herhangi bir meselede eşit söz hakkına sahip olmamız hiçbir zaman isteyecekleri bir durum değildir.

Hilafetin kaldırılması söylentileri Londra'nın eteklerini tutuşturmamış mıdır?

Anadolu'daki bağımsızlık hareketi Teâl-i İslâm Cemiyeti adlı maşayla boğulmak istenmemiş midir?

Şeyh Said ve yandaşları başından beri İngilizlerle irtibatlı olarak hareket etmemişler midir?

ABD'nin on yıllarca destekleyip, alternatif bir devlet çizgisine getirdiği FETÖ'nün İslâmcılık'tan daha yakın olduğu başka herhangi bir ideolojiden söz edilebilir mi?

CIA şefi Graham Fuller Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabında, Türkiye'nin ılımlı bir halife tarafından yönetilmesi gerektiğini açıkça belirtmemiş midir?

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın 2004'teki bir konuşmasında yaptığı "Türkiye İslâm Cumhuriyeti" gafı pek meşhur değil midir?

İşte tüm bu sebeplerle Batı'ya rağmen "Batılılık" çok mühim bir iddiadır. Atatürk'ün önerdiği ve ömrü vefa ettiğince uygulamaya çalıştığı, "muassır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmak" olarak kalıplaşan anlayış da budur.

İslâmcılığın en büyük probleminin gerçekçilikten son derece uzak ve uzlaşmaz karakterdeki yapısı olduğunu yukarıda da vurgulamıştım...

Şimdi emperyalist Batı'yla mücadelede İslâmcılığa örnek olabilecek öncü ögelere bakalım.

Rus Çarı Büyük Petro, Rusya'yı hızlandıracak girişimleri Batı'dan aldı ve son derece tepeden inmeci bir biçimde uygulamaya koydu. Batı'ya karşı Batılılığın önemli bir öncüsü olan Petro, geleneksel Rus giyim kuşamını büyük bir kararlılıkla ve şehirlere döndürülen topçu bataryalarıyla dönüştürdü.

Coğrafî olarak da bu anlayışın göbeğinde doğan Karl Marx, arkaik sembollerle bezeli bir yaşam icat etmedi. Takım elbisesi, hattâ yerine göre papyonuyla örnek bir beyefendiydi. Ancak başlarda yıkımına uğraştığı koskoca bir sistemin, kapitalizmin, yerini dolduracak yeni bir sistemin icadına ömrünü verdi.

SSCB'nin efsanevi kurucusu Lenin, tarihten bulunan veya bambaşka bir şekilde icat edilen bir imajla değil, tam Batılı bir imajla, modern bir giyimle emperyalist Batı'ya karşı ateşli konuşmalar yaptı.

Atatürk kara kalpaklı bir mücadeleyle tüm emperyalistleri ve maşalarını topraklarımızdan attıktan sonra, yüzyılların geriliğini de son derece eskimiş giyim kuşam anlayışını da zihnimizden bizzat örnek olarak attı. Silindir şapka, rugan ayakkabı, siyah pelerin, papyon, baston, golf pantolonu, frak, smokin ve günümüzde dahi "Ata yaka" olarak geçen Atatürk tarzı yakalı gömlek, söz konusu yenilenmenin başlıca sembolleriydi.

Bugün dünyada ses getiren Asya'nın devlerini, Çin'i ve Hindistan'ı düşünelim. Çinli iş adamları geleneksel geniş kesimli Çin kıyafetleriyle mi, tangzhuangla mı, yoksa takım elbiseyle mi dolaşıyor?

Hintli iş adamları veya meşhur yayılmacı akademisyenleri etrafta, turuncu çarşafla mı, yoksa takım elbiseyle mi görülüyorlar?

Yada Japonların samuray gibi ortalıkta gezindiğini göreniniz var mı?

Çin'in öncü devrimcilerinden Sun Yat-Sen, bilinen ceketten biraz farklı olarak Zhongshan ceketini ortaya çıkarmıştır. Bu da önemli bir tavırdır. Daha sonraları Mao Zedong'un da giymesiyle "Mao suit" olarak anılacak bu ceket yine modern kesimiyle, bildiğimiz ceketin bir varyasyonudur. Geleneksel bir kabile kıyafeti asla değildir.

Günümüzde bazı Afrika devletleriyle yaşamını sürdürmek için ortaya bir iş ve tavır koyması gerekmeyen petrol zengini Araplar dışında kabile kıyafetlerinde direten yoktur. Bu Araplardan bazı nüanslar dışında zerre farkı olmayan bizdeki iflah olmaz İslâmcıların medeniyet iddiası da dolayısıyla hiç mi hiç gerçekçi değildir!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder