30 Ekim 2019 Çarşamba

Türkiye'nin Ezilen Sınıfı


"Sınıf" falan dediysem de hele de bu sıralar benden bekleneceği üzere bu yazıda öyle Marksizm'le ilişkili bir sınıftan, enternasyonal bir durumdan bahsetmeyeceğim. Aksine, belki başka ülkelerde benzer durumlar olsa da Türkiye'ye özgü, benim ülkemiz dahilinde dikkatimi çeken özel bir durumdan bahsedeceğim...

Zaten bir önceki yazım olan "Osmanlıcılığın Marksist Eleştirisi"nde gerekli açıklamayı, yeterli ölçüde yapmıştım. O yüzden bu bahsi daha da uzatmak, tekrar etmek istemiyorum.


Kaba bir belirlemeyle 2000 yılına gelinene kadar, üniversite okumak veya üniversite mezunu olmak, -nispeten- konforlu bir hayat için gerek şartlar arasında görülüyordu ve üniversite sınavını kazanmak da ciddi bir işti. Zira memleketteki üniversite sayısı daha azdı, her köyde bir üniversite kurulmamıştı henüz. Yıllar içerisinde dağa, taşa, mezraya, yurtsuz yerlere yapılan "üniversiteler" genç insanları işsiz olarak kahvehane veya ev oturmaları yerine, birkaç yıllığına üniversite kantinlerinde, dersliklerde tutarak, patlayan genç işsizliğin önüne gelen her şeyi yıkıp geçmesi yerine, daha makul bir şekilde düşük bir debiyle akmasını sağladı. Gudubet ev sahiplerine de mecbur etti tabii ayrıca...

Sadece bunlar olmadı. Giderek artan üniversite mezunu kitle değer kaybı yaşamaya başladı. Bu onların niteliğiyle de beraber, sayılarının haddinden çok çok fazla olmasıyla da alakalıydı. Sonuç olarak öğrenciliği daimi hâle getirilen ve pek de bir geçerliliği olmayan, sürekli bir sınav arifesinde tutulan bir kitle oluştu. Okumuşluğun kıymeti büyük ölçüde yitirildi.

Yaşanan değişimler beşer yıllık, onar yıllık periyotlarda o kadar bariz bir hâle geldi ki, sosyolojinin ne kadar dinamik ve de öyle "köyden kente göç" klişeleriyle falan içi doldurulamayacak bir disiplin olduğunu ispat etti adeta. Örneğin üniversite bitirmek artık "Allah'ın emri" olmaktan çıktı. Lise sonrası herhangi bir işe yönelen ve yirmili yaşların başında hattâ reşit olduğu gibi düğün-dernek yapan, yepyeni bir kitle meydana geldi.

Tek farklılık bu olsaydı veya tüm farklılıklar bu kadar "renkli" olsaydı keşke. Okulda öğretmene, hastanede doktora, hattâ polise karşı hakarete şiddete varan, "okumuşu", memuru pek kazımayan bir anlayış yerleşti. Canla başla çalışıp halka hizmet etmekten ve son derece insanî olarak geçimini sağlamaktan başka amacı olmayan insanların ölümü sıradanlaştı.

Yine bir araştırma vardı. Maddiyata giden yolda eğitimin hiç de eskisi kadar önemli olmadığı ispatlandı. (Bulabilirsem buraya muhakkak ekleyeceğim) Bununla da bitmedi farklılıklar, trafikte artan yüksek modelli Alman arabaları ve ekseriyetle ait olduğu kitledeki ortak yönler çok barizdi. İl-ilçe teşkilatları, inşaat, ihale gibi sözcükler sadece birkaç anahtar kelimeydi bu ortak yönler anlatılacağı zaman...

Dahası herhangi bir şekilde; adalet, ehliyet, liyakat gözetilerek edindirildiği hiçbir şekilde savunulamayacak bu zenginleşme, daha da beter manzaraları oluşturmaya başladı. Yine kaldırıma, görme engelli yoluna park edilen, yaya yolundan tam gaz geçen, makas atma ve bilumum magandalıklarla anılan bu lüks otomobiller, tamamıyla taraflı bir zenginleşmenin, kalkınan bir sınıfın açık emareleriydi. Aynı zamanda ezilen, fakirleşen, saygınlığı azalan ve hiçleşen okumuşların da durumunu çok iyi anlatıyordu tüm bunlar...


Sosyolojinin dinamikliğine ek olarak belki esaslı bir temele sahip olmayarak, özellikle gençler arasında özgün sosyoloji kokan tabirler, tarifler, tanımlamalar gelişti. Mesela ilk duyduğumda benim de çok güldüğüm "peder inşaat işiyle uğraşıyor montu" diye bir erkek montu tarifi türedi. Bu iyice bir fiyata sahip, kapşonu kürklü veya daha uzun tüylerle bezeli ve açıkçası pek de hoş görünmeyen bir montun tarifiydi. Biraz sonradan görmeliğin, biraz yeni zenginleşen sınıf üyeliğinin, biraz da İstanbul'a -veya söz konusu büyük şehire- henüz göç etmiş bir nesil öncesinin giydiği yırtık ceketin intikamının tarifiydi.

Öldürülen doktorlar, öğretmenler, atama beklerken, KPSS sırasındayken intihar eden gencecik ve tertemiz insanlar artık sıradan haberler, bilindik vakalar hâline geldi bizim için.

Geldiğimiz duruma veya içerisinde bulunduğumuz hâle verilebilecek en acı örneklerden birisi geçtiğimiz haftalarda yaşandı. İTÜ Elektrik Mühendisliği Bölümü'nden henüz mezun olan 23 yaşındaki Halit Ayar, İstiklâl Caddesi'nde kendisinden para isteyen serserilerce bıçaklanarak öldürüldü!


Halit Ayar
Dahası Halit'in katili, zaten 2016 yılında işlediği bir suç sebebiyle 10 yıllık hüküm alarak tutuklanmış ve cinayeti işlediğinde bir haftalık izinde(!) olan bir tutukluydu! Her insanın kaybı acıdır. Her can değerlidir. Ama İTÜ gibi bir okuldan henüz mezun olmuş, dil bilen, Erasmus'a gitmiş, spor yapan, çiçeği burnunda mühendis Halit ve onun katili olan paçavraya bakınca demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Kim, kimi ne şekilde öldürülebiliyor?

Ve bunun yeni örneklerinin yaşanmaması için ne gibi önlemler alınıyor?

Her şey bu şekilde ilerledikçe bizi nasıl bir gelecek bekliyor?

Türkiye'de kim, hangi sınıf en çok ve hiç hak etmediği şekilde eziliyor?

Tüm bu veryansına ek olarak bir şeyi daha hatırlatmak isterim. Bu "ezilen sınıf", aynı zamanda memleketi sırtında taşıyan nitelikli sınıftır! Tüm teknik işleri yürütür. Her kademede ders anlatır. Bilimi ilerletir. Makale-kitap yazar. Araştırmalar yapar. Hastaları muayene eder. Ameliyat yapar. İlaç yazar. Yeni ilaçlar geliştirir. Aklınıza gelen ve Türkiye'de yapılan her nitelikli işi yapar.

"Tüm bunları yaptığı hâlde nasıl eziliyor?" diye sorulması çok muhtemeldir. Haklı ve yerinde bir sorudur. Bu sınıfın da eksiği Türkiye'nin geri kalanı gibi örgütlenme sorunudur. "Örgüt" lafından bile korkar. Dayanışması darbelerle, muhtıralarla kırılmıştır. Herkesin sadece kendisini kurtarmaya çalıştığı bir ortamda, büyük ölçüde kimse kendini kurtaramaz.

Ama şunu da unutmamak gerekir ki; bu ezilen sınıf, bir uyanırsa, bir örgütlenirse kralını tanımaz, herkesi, her şeyi sırtından atar!

Benden söylemesi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder