27 Ağustos 2018 Pazartesi

Okumak ama neden?


Bu blogun ilk yazısı "Yazmak ama neden?" idi. Bu yazıyı da ilk yazının bir tamamlayıcısı olarak yazıyorum. "Okumak" her ne kadar hakkında bir şeyler söyleyip geçsek de, özellikle üzerinde durmamız gereken en önemli eylemlerden birisidir.

Günümüzde okumanın aşırı derecede kutsandığı ve hemen hemen hiç kimsenin de kayda değer bir şeyler okumadığı, ilginç bir atmosferde yaşıyoruz. Meşhur, kitap-kahve-çikolata üçlüsünün fotoğraflanıp paylaşılarak bu fantastik kutsamanın icrasına çoğu kez şahit olmuşsunuzdur.

Sizi şaşırtabilirim, ancak ben okumayı kutsayanlardan değilim. Okumak; gözün "harf" denen sembolleri hızlıca tarayıp, onların temsil ettiği sesleri birbirine ekleyerek anlama ulaşmaktır. Yani anlamı, bilgiyi alma şekillerinden birisidir.

Bilgiyi, tıpkı görme engellilerin yaptığı gibi, dokunarak kabartma yazılardan da alabiliriz. Veya belgesel izleyerek, podcast dinleyerek de, yani okumanın özel bir kutsiyeti yoktur. Kutsanması da kötü sonuçlar doğurur. Burada şart olmamakla beraber kutsanacak şey, bilgi ve hatta bilginin niteliğidir. Yani okuduğunuz şey size bir şeyler öğretmelidir. Bu da yetmez, öğrendiğiniz şeylerin bir niteliği olmalıdır.

Bizim algımızda hep zor ve sıkıcı işlerin, angaryanın değerli olduğu gibi bir inanç vardır. Aslında bu da sosyal hafıza kapsamında apayrı bir araştırma konusu olabilir. Ağırlık antrenmanları yaptığım dönemde sıklıkla şahit olduğum bir mesele; daha zor, yorucu, hatta sağlıksız ve sakatlanmaya mahal verebilecek hareketlerin "asıl" ve "harbi" olduğuna inanılmasıydı. Bu tip hareketlerin bedeni forma sokacağına, kas kütlesini arttıracağına, gerçekten güç kazandıracağına inananlar hayli fazlaydı.

Yine dağda bir kayanın dibinde çıkmış, bizim yediğimiz herhangi bir meyvenin doğada kendi kendine yaban olarak yetişmiş versiyonuna, her ne kadar; tatsız-tuzsuz, ekşi, sert ve etli kısmı az olsa da pek bir bayılır methederiz. Onun en doğal ve sağlıklı olan falan olduğunu düşünürüz. Ne de olsa bizim satın aldıklarımız, ulaşabildiklerimiz hormonlu ve GDO'ludur! Yine eskiden direkt olarak doğada yaşayan ilkel insanların, bizden çok daha sağlıklı ve dayanıklı olduklarına inanmak isteriz. Oysa ki asla böyle bir şey yoktur. Bunun aynısını hayvancılıkta da yaparız. O nesiller boyunca ıslah edilmiş gürbüz, Batı menşeli büyükbaş hayvanları, biyokimyasal müdahalelerle falan yetiştirilmiş olarak görmek isteriz.

Filmlerde devasa boyutlardaki adamın, küçük ve "harbi" adamdan efsane bir dayak yemesini görmek isteriz. Bu misaller fazlaca uzatılabilir. Özetle güdük, kaba veya zor olan şeyleri yüceltme eğilimindeyizdir. Belki de bir kişiyi yüceltirkenki "içimizden biri" yaklaşımı da bu bapta bir özgüven eksikliğinin dışa vurumudur.

Buradan hareketle her hafta aynı saatte ekranda olan berbat dizilerimizi düşünün. Bu dizileri takip ediyor olmak çoğuz kez dalga geçilmeye müsait bir durum olarak karşılanır. İçeriğin ne kadar vasat ve gayriahlaki olduğu, seyircilerine en ufak bir şey katmadığı herkesin malumudur. Şimdi de her hafta ekrana gelen ve her bölümü 2 saat ve üzeri gibi fazla müddetler süren bu dizilerin tüm içeriğinin herhangi bir sanal mecrada yazılı olduğunu düşünün. Yada kitap olarak basıldığını! Bunu takip etmek ne kadar zor olurdu değil mi? Emin olun o zaman bu yapımları takip etmek az önce bahsettiğim kadar dalga geçilecek bir durum olmazdı. Hatta büyük bir çevre "koca koca kitaplar okumak" olarak adlandıracağı bu eylemi yüceltirdi.

Zaten en başında; yüceltmek ve kutsamak eylemlerini sorgulamalıyız. Zira bunlar aklı mantığı devre dışı bırakan şeylerdir. Dünyadaki gidişat için de hem bireysel hem toplumsal olarak çok zararlıdırlar.

Örneğin demokrasi gibi hoş bir kavramı düşünün. "Demokrasi kötüdür" diyebilir miyiz? Hiç sanmıyorum. Hele ki bizdeki gibi demokrasiyi sorgulayacak olduğunuzda yerine ellerini ovuşturan bir teokratik monarşinin hazır beklediği yerlerde! Ancak hal böyleyken dahi demokrasiyi körü körüne yüceltmek aslında bilgisel olarak ondan uzaklaşmayı, onun neden önemli olduğunu unutmayı getirir. Tek bir gerçek(!) vardır; o da demokrasinin çok güzel ve iyi olduğu! Bu her konuda bu şekildedir. İflas etmesi kaçınılmaz bir davranıştır. Çünkü Nazi Almanyası başta olmak üzere, demokrasi fanatizminin felaketle sonuçlandığı durumlar da, demokrasinin beşiği olarak nitelendirilen İngiltere'de sembolik olarak da olsa monarşinin sürdüğünü de görürüz.

Bu her konuda böyledir. Ben buna rasyonel temellendirme diyorum. Sevdiğimiz ve sevmediğimiz şeylerin, kutsanmadan veya lanetlenmeden sürekli güncel olacak şekilde; neden iyi ve gerekli olduklarını veya neden kötü ve gereksiz olduklarını bilmek olarak da açabiliriz.

Rasyonel temellendirme son derece eksik bir yönümüzdür. Buna pratik olarak; Atatürk'ü sevdiğimiz halde Nutuk'u okumamış olmayı, Mehmet Akif'i sevdiğimiz halde Safahat'i okumamış olmayı, Mevlana'yı sevdiğimiz halde Mesnevi'yi okumamış olmayı örnek verebilirim. Hiç şüphesiz bu örnekler de fazlaca çoğaltılabilir.

Atatürk'ü sevmek veya sevmemek şeklinde, topluma çocukça tartıştırılan meselelerde de rasyonel temellendirmeyle aşılabilecek konulardır. Türkiye'de bazı değişiklikleri gerçekleştirmek isteyenler, Türkiye'ye kastı olanlar, uzun yıllardır kademeli olarak; önce İnönü'ye, sonra CHP'nin kurumsal kimliğine, çoğu kez İttihat ve Terakki'ye saldırmışlar, son yıllarda niyetlerini açıkça ortaya koyarak Atatürk'e dil uzatmaya başlamışlardır. Burada Atatürk'ü gerçekten anlamak ve anlatmak, rasyonel temellendirmeyle mümkündür. Tarihte yüzlercesi olan irili ufaklı çarpıtmaya meyilli noktalar kullanılarak, ağzından salyalar saçarak yeni sahte bir tarih inşa etmek isteyenlere karşı; "sevgi"yle, marş okuyarak, slogan atarak mücadele verilemeyeceği görülmüştür! Bu rasyonel temellendirme de diğer kanallarla da desteklenen, kontrollü, bilinçli okumalarla oluşturulacaktır.

Şimdi gelelim başladığımız yere. Okumak güzel ve her ne olursa olsun övülecek bir eylem olsaydı, gerçekten bu dizilerin senaryolarının ciltlenmiş hallerini okuyan kişilere büyük bir saygı duymamız gerekmez miydi? Eğer cevabınız "evet" ise o dizileri izleyen kişilere de büyük saygı duymalısınız. Zira her iki farklı yolla da alınan bilgi tamamen aynıdır.

Şimdi de bilginin niteliğine gelelim. Bilgi de daima yüceltilen bir kavram olmamalıdır. Zira dedikodu yapan iki kişi birbirine sürekli farklı özel bilgiler aktarıyorlardır. Ancak bu dünyanın neresine giderseniz gidin, onursuz ve utanılası bir eylemdir. Her yerde böyle olmasını da referans almayalım ben söyleyeyim, evet dedikodu yapmak utanılası ve berbat bir fiildir!

Bilimsel bilgi, entellektüel bilgi, teknik bilgi, basit bilgi gibi çeşitleriyle bilgi dediğimiz kavram hayatımızın odak noktasındaki kavramlardan birisidir. Ancak bir köyde kimin kimle husumeti olduğu veya kimin ne kadar mal varlığı olduğu bilgisi, beyaz eşyaların standart ölçülerinin bilgisi, bir göletteki balıklarının sayısının bilgisi evrensel niteliği ve önemi olmayan "çöp" bilgilerdir. Bu sebeple, bu ve benzeri bilgiler içeren herhangi bir dökümanın, dosyanın, kitabın kendisi de okunması da değerli ve önemli değildir.

Eğer sadece bir eylem olarak okumanın, yine bir kavram olarak bilginin yüce şeyler olmadıklarına ikna olduysanız. Şimdi de dikkate değer şeyler içeren metinlerin okunmasının gerekliliğini konuşalım. Schopenhauer ve Nietzsche'nin başı çektiği önemli bir görüş -ki buna çok eski kökler de bulunabilir- çoğu kez kitap okumayı yeren, düşünmeyi ve özgün düşünceyi ön plana çıkaran sözler söylemişlerdir. Yani kısaca; herhangi bir metin okuyor olmayı, o metni oluşturan kişinin beyniyle düşünmek ve zamanla da bunu içselleştirerek bir anlamda kendi zihninizin, kendi yaratıcılığınızın ölümüne sebep olmak olarak nitelemişlerdir. Felsefede veya başka disiplinlerde -sosyoloji ve ideolojide de- okuyan uslu çocuklar, bağlı bulundukları ekolleri geliştiren ve daha az bilinen, düşünce varisi kişilerdir. Oysa ki okuduğundan fazla düşünen asi çocuklar, bağlı bulundukları ekolü yıkar vaziyette yeni bir ekol oluştururlar. İşte bu da okumak-düşünmek ikilisini kavramada, özgün düşüncenin niteliğini anlamada önemli bir noktadır.

Tabi bu görüş de günümüzde ancak felsefeyle, hatta felsefenin dahi sadece belli bir alanıyla sınırlandırılabilir. Zira 21. yüzyılın ilk çeyreğini bitirmeye doğru ilerlediğimiz şu günlerde, herkesin, özellikle bizim ülkemiz gibi bir ülkede yaşayan insanların, analitik düşünmeye, çapraz okumaya, mukayeseli tarih okumalarına, günümüze gelinene kadarki süreci nitelikli olarak takip etmeye son derece ihtiyacı vardır.

Özellikle Ortadoğu'yla herhangi bir ilişiği olan ülkelerin -ki biz tam olarak içerisindeyiz- halkları son derece uyanık olmalıdırlar. İşte burada yine okumak ve okumamak haricinde, okuyarak yerinde saymak gibi tehlikeler söz konusudur.

Yukarıda verdiğim dizi senaryolarının basılı olduğu ciltler örneğindeki gibi, günümüzde okuma artmakla beraber, gençlerimizi hiçbir niteliği olmayan, kötü Türkçe içeren, çöp kitaplar esir almış durumdadır. Bu sebeple baktığımızda; hem okumamak, hem çöp içerik takip etmek, hem de hiç okumayıp düşünmek ve sadece özgün düşünce üretmek seçenekleri hurdaya çıkıyor. Hepsinin dışında ve üstünde olarak, farklı kanallardan beslenen, düşünen, tartışan, dinamik bir kitleye ihtiyacımız var. Bu öyle sıradan bir ihtiyaç falan da değil üstelik, bundan daha fazla ihtiyacımızın olduğu bir şey düşünemiyorum.

Yani sözün özü; okuyup okumadığınız önemlidir, ama ne okuduğunuz ve nasıl okuduğunuz daha da önemlidir! Evet, hiç şüphesiz okumak günümüzde büyük bir gerekliliktir. Ancak çöp kitap, çöp edebiyat sarmalına düşmeden, bilerek ve düşünerek okumak her şeyin üstündedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder