28 Ağustos 2018 Salı

Atatürk'e Genel Bir Bakış

Bir süredir böyle bir yazı yazmayı düşünüyordum. Atatürk'le ilgili naçizane okuma ve araştırmalarım oldu. Bu kapsamda da bildiğim kadarıyla, bu kısa tutmaya çalışacağım yazıyı yazmak istedim. Elbette ki çok daha geniş kapsamlı yazılar da yazacağım. Ama hem bunun vakti var; hem de insanların geneli açısından, bu tür yazıların daha ilgi çekici ve verimli olduğunu düşünüyorum.
Atatürk'le ilgili konuşulacaksa, en başta şunu belirtmek gerektiğine inanıyorum; Atatürk anlaşılması en zor tarihi karakterlerden, liderlerden birisidir. Bunu laf olsun diye veya Atatürk'ü övmek için söylemiyorum. Yazı boyunca böyle bir derdim olmadığını da göreceksiniz. Ancak olgu olarak Atatürk, günümüzde bile yetişmesi pek mümkün olmayan bir karakter, bir kurmaydır. Hayatına pek çok farklı ögeyi sığdırabilmiş bir insandır. Bu sebeple de anlaşılması pek kolay değildir. Sadece Atatürk'ün okuduğu kitapları, bunlarla ilgili tuttuğu notları derleyip toparlamak ve bir sonuca varmak, başlı başına ciddi bir akademik çalışma ortaya koymak demektir. Kaldı ki; onun katıldığı savaşlar, inisiyatif kullanmaktan çekinmediği tarihi noktalar, örgütlediği ve yönettiği Milli Mücadele, devrimler, dünya siyasetini algılaması, birbirinden ciddi ana başlıklar olarak bize göz kırpmaktadır. Bu bağlamda Atatürk ciddiyetle öğretilmesi ve öğrenilmesi gereken, evrensel boyutları olan bir liderdir. Alelacele ve maksatlı çıkarımlar muhakkak bir yere kadar gelecek ve doyurucu olmayacaktır.

Atatürk'le ilgili okumalar yaparken en çok şaşırdığım konulardan birisi, önceden zannettiğim kadar bilinmeyeni olmayan bir karakterle karşı karşıya kalmaktı. Kültürel bir eğilim olarak, ilgilendiğimiz şeyleri bilinmezleştirmeyi pek seviyoruz. Atatürk'le ilgili de bunun yoğunlukla yapıldığını gördüm. Yani o durup durup birbirimize sorduğumuz; "Acaba Atatürk olsa bu konuda ne derdi?", "Atatürk'ün tepkisi ne olurdu?", "Şunu sever miydi?", "Buna kızar mıydı?" diye düşündüğümüz ve tutarsız tahminlerle cevaplamaya çalıştığımız güncel soruların çoğunun cevaplarının zaten bir yerlerde yazılı olduğunu gördüm. Bize kalan sadece okumaktı. Yani anladım ki Atatürk'le ilgili fazlasıyla veri vardı. Her konuda bu verilere ulaşılabilirdi. Ancak az önce de bahsettiğim üzere, tamamının bir araya getirilerek okunması ve sentezlenmesi gerçekten zor görünüyordu. Burada hemen eklemek isterim ki; okurken Atatürk ve Çankaya eşrafına en yakın hissettiğim, bir yönüyle o günleri yaşadığım kitap, Kılıç Ali'nin Anıları'ydı. Yine sanki önemli konularda direkt olarak Atatürk'ten kendi fikirlerini dinliyormuş hissi veren özel bir kitap da Medeni Bilgiler'di. Bu kitapları okumak güncel siyasette Atatürk değinmecelerine olan yaklaşımımı hayli değiştirdi diyebilirim. Atatürk'ün hakiki fikirlerinden haberdar olduktan sonra, Atatürk'le pek de gönül bağı olmadığı halde onun manevi varlığı üzerinden siyasi erk devşirmek maksadıyla, ona atıfta bulunanlara iyiden iyiye sinir olmuştum. Hala da olurum.

(Atatürk'ün ağzından ve kaleminden çıkmış her şeyin, Kaynak Yayınları tarafından büyük bir uğraş ve özveriyle bir araya getirildiği yer; Atatürk'ün Bütün Eserleri'dir. Bu konuda daha kapsamlı okumalar yapmak isteyene bu 30 ciltlik külliyatı incelemeyi tavsiye ederim.)

Ben hiç kimseye göndermede bulunmadan, Atatürk'ün düşüncelerinden temel ölçekte bahsetmeye çalışayım.

Her şeyden önce Atatürk, büyük kalem Şevket Süreyya Aydemir'in, meşhur Tek Adam'ında vurguladığı üzere, bir doktrin adamı değildir. Yani salt bir ideolojinin temsilcisi, uygulayıcısı veya geliştiricisi değildir. İhtiyaçlara göre, elindekilere göre ve akıllıca hareket etmek, gerçekçi olmak Atatürk'ün temel özelliklerindendir. Böyle söyleyince ideoloji müptelası arkadaşlar kızıyorlar. "Akıl ve bilimi rehber edinmek" lafını muğlak ve anlaşılmaz buluyorlar. Onları da anlıyorum, bu kısma detaylı olarak tekrar döneceğiz. Şimdi devam edelim.

Atatürk'e -CHP'yi kastederek- merak eder bir biçimde "bu partinin bir doktrini yok" diyen Yakup Kadri, Atatürk'ten "doktrine gidersek donar kalırız" cevabını almıştır. Atatürk aynı meseleye Nutuk'ta da değinirken "biz de uygulaması imkansız birtakım nazariyeleri (kuramları) yaldızlayarak bir kitap yazabilirdik, lakin öyle yapmadık" der. Burada Atatürk'ün Marksist literatürden başka neyi kastediyor olabileceği merak konusudur. Sadece buradaki mantık yürütmenin de haricinde, yukarıda da bahsettiğim gibi çok daha açık cevaplara ulaşmak mümkün. Tabii ki gerçekten merak edenler için!

Özellikle Atatürk'ün bir kısmını direkt kendi eliyle yazdığı, bir kısmınıysa Afet İnan'a dikte ettirdiği Medeni Bilgiler kitabında, Atatürk'ün toplum-siyaset-ideoloji bağlamındaki en açık yaklaşımlarını ilk ağızdan bulmanız mümkündür. Atatürk orada özellikle Sovyetler'deki şekliyle sosyalizmi gayet ağır eleştirir. Ben bu kitaptan da yararlanarak naçizane, Atatürk ve Sol başlıklı bir yazı yazmıştım. Merak edenler bu yazıyı da okuyabilirler.

Atatürk'te izlerine rastlayabileceğimiz dünyaca ünlü bir fenomen merak ediliyorsa, bu Durkheim'dır diyebiliriz. Durkheim'ın görüşünde toplum birbirine uyumlu bir organizma gibi çalışır. Bireyin devlete, devletin bireye karşı yükümlülükleri vardır. Bireyin özgürlüğü ön plandadır. Toplum sınıflarla değil, tam aksine kaynaşmış sınıfsız bir yapı olarak ele alınır. Durkheim'ı Türkçe'ye taşıyan kişi de yine bilindiği gibi Ziya Gökalp'tir. Burada önemli bir düşünce aktarımı olduğu açıktır. Ancak buradan hareketle Atatürk'e ait olduğu söylenen "Fikirlerimin babası Ziya Gökalp'tir." sözüne de dört elle sarılmamak gerekir. Zira hem bu sözün kaynağı pek güvenilir yerlere dayanmaz, hem Atatürk gibi pek çok kaynaktan beslenmiş bir insan tek bir kişinin takipçisi olamaz, hem de pratiğe bakıldığında da Gökalp'le bariz ayrılıklar görülür. Tabi Gökalp'in önemli dönemsel geçişleri olduğundan, hangi dönemde ne dediği, son kanaatinin ne olduğu ayrıca bilinmelidir. Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir isim de Yusuf Akçura'dır. Yusuf Akçura'nın kesinlikle daha çok bilinmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Bu bahisle ilgili KEMALİZM başlıklı bir yazımda bir alt başlık ayırmıştım, merak edenler oraya da bakabilirler. 

Tekrar Durkheim çizgisindeki düşünceye gelecek olursak; aslında cumhuriyetin ana kavgası budur. Hür vatandaşlar, eşit yurttaşlar yaratmak! Çeşitli düzenlemeler, kadın hakları, toprak reformu tartışmaları hep bununla ilgilidir. Şeyhin, ağanın, kanaat önderinin, mafyanın değil, yurttaşların eşit bir şekilde söz sahibi olduğu bir memleket hedefi vardır. Daha da geriye gidecek olursak, Osmanlı'nın çöküşünde de, yerel otoritelerin birer çıbanbaşı gibi büyüyerek her birisinin söz sahibi olmak istemesinin rolü büyüktür. Bu kapsamda daha detaylı bir okuma için Türkiye'ye Genel Bir Bakış adlı yazımı okuyabilirsiniz.

Sözün özü Atatürk, günümüzde kendisinde köklendirilmeye, kendisine dayandırılmaya çalışılan sosyalist çizgiyle de, buna mukabil 1940'larda parlamış olan radikal milliyetçi çizgiyle de asla bağdaşmaz.

Evet Atatürk'ün Altı Ok'undan birisi halkçılık, birisi de milliyetçiliktir. Ancak halk bilindiği üzere, kaynaşmış sınıfsız bir kitle olarak kabul edilmiştir. Sınıflı bir toplum okuması katiyen yoktur. Aynı şekilde Türk milleti de, bağımsızlık savaşını veren ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran halk şeklinde tanımlanmıştır. Yani kan-ilik-kemik inceleyecek bir milliyetçilik asla değildir.

Burada her türlü milliyetçiliğe karşı alerjik reaksiyon geliştiren Türk solunun düşüncesini de açıkçası pek sağlıklı bulmuyorum. Gerçek bir anti-emperyalist anlayışa sahip Yeni Milliyetçilik, emperyalist faaliyetleri, sömürgeciliği reddeden tarihi bir duruştur. Sevr'in yırtılması da tam olarak bunun tezahürüdür.

Kendi görüşlerini Atatürk üzerinden sunma samimiyetsizliğinin haricinde son yıllarda aşikare atağa kalkan bir akım da Atatürk düşmanlığıdır. "Karşıtlığı" veya "muhalifliği" diye inceltmek istemiyorum zira bu yapılanlar açıkça düşmanlıktır. Sahte belge üretmek, yalan ve iftira atmak, tarihi gerçeklerden de dayanak bulacak şekilde sahte kurgular yapmak ve bunların tümünü Atatürk'e karşı yeni (veya paralel) bir tarih inşa etmede kullanmak açıkça Atatürk düşmanlığıdır. Dürüst olmak gerekirse, bu yönüyle gerek medya, gerek kitap basımı olarak bir "lağım" dönemini geride bıraktığımız ve günümüzde bu Atatürk düşmanlığının daha alt seviyelerde seyrettiğini de söylemek gerekir.

Tarih kitabı olduğu söylenen ucube ciltlerin basıldığı, her gece ekranlarda Fethullahçı, Apocu ve her dönemin adamı liboşların saatlerce konuştuğu lağım dönemi -kalıntıları sürmekle beraber- büyük ölçüde geride kaldı diyebiliriz. Ancak zihinlerde oluşturulan tahribatların ne ölçüde giderilebildiği ayrı bir soru ve sorundur. Bu dönemin sonlanışı da önemlidir. Zira bu tipler iddia ettikleri üzere "Kemalist bir gazapla" falan karşılaşmadıkları halde, konjonktür, siyasi zemin gayet de kendilerinden yana göründüğü halde, Türkiye Cumhuriyeti'nin güvenlik sınırlarını aşındırmaları sebebiyle kendi kendilerini imha etmişlerdir. Günümüzde bunun sıcaklığıyla bunu net olarak göremiyor olsak da, ileride ilgili alanlarda çalışacak kişiler bununla ilgili önemli çıkarımlarda bulunacaklardır.

Yukarıda saydığım üç ayrı gruptan; Fethullahçılar, 15 Temmuz'a kadar getirdikleri ihanet kronolojisiyle, Apocular, her türlü durumu suistimal ederek şehirlerde bomba yığınakları ve hendekler oluşturmalarıyla, bu ülkenin legal ve temiz sınırları içerisinde kendilerine yer olmadığını bizatihi ispatlamışlardır. Liboşlardan bahsetmeye gerek olduğunu düşünmüyorum, onlar her zaman olduğu gibi yine yollarını bulmuşlardır.

Ne yazık ki, düz ve dolaysız eğitimin verildiği bu yönde okumaların yapıldığı tarihi konularda, sermayeyle ve hususi sponsorlukla çalışan tarafa karşı en berrak doğruları da savunsanız, sınırlı olarak başarılı oluyorsunuz. Bunun dünyadaki örneği "Ermeni Soykırımı" iddialarıdır. Her türlü tarihi gerçekler lehimizde olmasına karşın, ücretli ve güdümlü kara propagandaya karşı ne derece başarılı bir mücadele verdiğimiz şüphelidir. Bunun Türkiye özelindeki karşılığı da Atatürk tartışmalarıdır. Atatürk'ü kötülemek üzerine hususi olarak çalışan takımla, başka işlerle meşgul olurken bir yandan da onlara cevap veren kişilerin mücadele etmesi mümkün değildir.

Okullardaki tarih eğitiminin niteliği de ne yazık ki, gençlerimizi bu akımlardan korumada yeterli olacak ölçüde değil. Sadece Atatürk bağlamında da söylemiyorum, gençlere verilen eğitim, onlara aynı zamanda ideolojik bir bilinç ve zırh da edindirmelidir. Aksi takdirde manipülasyona açık, basit retoriklerle terör örgütlerine katılım sağlamaya kadar giden bir süreç kaçınılmaz olacaktır. Belki de bu manzara size bir yerlerden tanıdık gelmiştir!

Özetle Atatürk'ün çizgisinde olma iddiasındaki farklı siyasi ekoller ve Atatürk'e karşı yeni bir tarih inşa etme niyetinde olanlar, Atatürk'ün doğru anlaşılmasındaki önemli engellerdendir.

Yine özellikle bu bahsettiğim kötü süreçte iması yapılan veya açıkça söylenen bir yakıştırma, Atatürk'ün; militarist, despot, diktatörler devrinde yaşamış bir lider olarak, çağdaşlarıyla fazlaca benzeşme içerisinde olduğudur. Yani Atatürk; Mussolini, Hitler, Stalin gibi isimlerle özdeştir, denir.

Ben bu iddia üzerinden ilerlemek, prim yapmak isteyenlere daha da açık bir şey söyleyeyim o halde. Hitler hiç tartışmasız bir Atatürk hayranıdır! Weimar Cumhuriyeti medyasında sık sık Atatürk'ün yüceltildiği görülür. Almanya'daki Atatürk hitabı çoğu kez de "Türk Führer"dir. Bunun da ötesinde direkt Hitler'in Atatürk'ten övgüyle bahsettiği yerler de vardır. Örneğin bir Türk heyetiyle yaptığı görüşmede; "Atatürk bir ulusun kaybettiği tüm kaynakları yeniden diriltmenin mümkün olduğunu gösteren ilk kişiydi. Bu bağlamda onun ilk öğrencisi Mussolini, ikinci öğrencisi ise benimdir." dediği bilinir. Dileyenler daha detaylı bilgiye Stefan Ihrig'in Türkçe'ye Naziler ve Atatürk adıyla kazandırılan kitabını okuyarak ulaşabilirler.

Peki şimdi bundan ne sonuç çıkaracağız? Nasıl bir bütüne ulaşacağız?

Söyleyeyim.

Hitler en hafif tabirle bir canavardır. İnsanlığın görüp görebileceği muhtemelen en acımasız kişidir. Bu gibi abartısız ve gerçeği yansıtan nitelemelerle sabaha kadar Hitler'i kötüleyebiliriz. Peki bundan ne sonuç çıkar? Hiçbir sonuç çıkmaz. Odaklanmamız gereken yer bu değildir çünkü. Odaklanmamız gereken yer Hitler gibi bir canavarı neyin doğurduğudur. Rahatlıkla söylenebilir ki, Hitler'i Batı'nın vicdansız açgözlülüğü doğurmuştur. I. Dünya Savaşı sonrasında mağlup devletlere dayatılan "barış" antlaşmaları her türlü insani duyguya çok uzak metinlerdir. Öyle ki İngiltere adına konferansta bulunan Keynes bile, Almanya'ya reva görülen Versay'ın hiperenflasyona yol açacağını, müthiş bir fakirleşme getireceğini söyleyerek tepkisini dile getirmiştir.

İşte Hitler bu yüzden; Versay'ı yırtma vaadiyle yola çıkan, örgütlenen, geniş kitlelere ulaşan bir liderdir. Hitler ezilmiş ve gururu kırılmış Almanya'nın dışa vurumu, İtilaf Devletleri'nin kan emiciliğinin kaçınılmaz sonucudur! Atatürk'e olan hayranlığı da bu "barış" antlaşmalarından en fenası olan Sevr'i yırtıp atması sebebiyledir.

Şimdi bu kısa hafıza tazelemeden sonra, Atatürk'ün zamanın üniformalı despot diktatörleriyle yan yana anılmasının vicdanları kanatan tarafına gelelim.

Bu militarist diktatörlerin hiçbirisi asker kökenli değildir ve siyasetin kaypak-liyakatsiz kanallarıyla gücü ele geçirdikten sonra üniforma giymeyi pek sevmişlerdir.

Atatürk ise gerçek bir kurmay subay, hakiki mareşal olmasına rağmen, devlet reisi olduktan sonra asla üniformayla gözükmek istememiş, daima sivil bir imajı tercih etmiştir.

Bu bağlamda;

Atatürk, henüz bir askeri lise öğrencisi olarak 1897'de Osmanlı-Yunan Savaşı'na gönüllü olarak katılmak istemiş ve son anda engellenmiş, okuluna döndürülmüşken, onu 1902'de askerden kaçmak için İsviçre'ye giden Mussolini'yle karşılaştırmak,

Atatürk, I. Dünya Savaşı'nda pek çok cephede kahraman bir kumandan olarak çarpışmış, generalliğe terfi etmişken, onu yine I. Dünya Savaşı'nda onbaşı olarak istihdam edilmiş Hitler'le yan yana anmak,

Atatürk, askeri hayatının zirvesindeyken, Samsun'dan Ankara'ya kadar ilmek ilmek ördüğü Milli Mücadele'nin hem liyakat ve konum, hem de liderlik vasfı olarak doğal bir öncüsüyken, onu çeşitli mücadeleler sonrasında, Kızıl Ordu'nun ve bolşevik hareketin en önde gelen isimlerini çeşitli komplo ve suikastlarla ortadan kaldırarak liderliğe yükselen, sürgündeki Troçki'yi buz baltasıyla öldürten Stalin'le aynı kefeye koymak, vicdanın kabul edeceği bir mukayese değildir.

"Atatürk'ün askeri yönü, devlet adamlığı, ileri görüşlülüğü" şeklinde okullarda öğrendiğimiz altı boş kalan övücü cümleler sebebiyle, özel bir merak olmadan bilinmesine imkan olmayan, Atatürk'ün askeri alandaki eserleri şunlardır;

- Takımın Muharebe Eğitimi (1908)

- Cumalı Ordugahı (1909)
- Birinci Tabiye Meselesinin Halli (1911)
- Taktik Tatbikat Gezisi (1911)
- Taktik Meselesinin Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına İlişkin Öğütler (1916)
- Talim ve Terbiye-i Askeriyye Hakkında Nokta-i Nazarlar (1916)
- Zabit ve Kumandan ile Hasbihal (1918)

Bunlar Atatürk'ün meşhur; Nutuk, Medeni Bilgiler ve Geometri kitaplarının dışında kalan askeri eserleridir. Aralarında çeviri de vardır. Örneğin Zabit ve Kumandan ile Hasbihal de Nuri Conker'in Zabit ve Kumandan adlı eserine takviye yaparak ortaya çıkmıştır.

İşte tüm bu eserler, bilindiği gibi onca savaş, belirsizlik ve yıkım sürecinde meydana gelmiştir. "Atatürk'ün askeri yönü" diye söyleyip geçtiğimiz "yön" işte bu kadar doludur. Tüm bunlara rağmen Atatürk, devlet yönetiminde sivil idare ve askeriyenin birbirinden ayrılması gerektiğini defaatle belirtmiştir. Sakarya Meydan Muharebesi'nde, o güne kadar uygulanmamış ve de teoride yeri olmayan yeni yöntemlerle Yunanları mağlup edebilecek yetenekte bir komutan olarak da bu görüşünü sürdürmüştür.

1909 Eylül'ünde yapılan bir İttihat Terakki toplantısında askeriye ve siyasetin birbirinden ayrı olması gerektiğini savunduğunda Atatürk, bir yandan birkaç yıl sonra yaşanacak Balkan Bozgunu'nun alarmını verirken, bir yandan da pek çoklarının kendisine cephe almasına sebep olmuştur. Bu görüşünü Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra da sürdürmüş, cumhuriyetin ilk yıllarında hem mecliste görevi olan hem de orduda üst düzey kademelerde yer alan arkadaşlarına tercih yapmaları için sıklıkla hatırlatmalarda bulunmuştur.

İşte böyle bir hakiki kumandanın tüm bu sebeplerden dolayı, siyasi üniforma giyen diktatörlerle birlikte anılmak istenmesi ya kasıtlı bir çarpıtmanın, yada cehaletin ifadesidir. Tarihin vicdanını yaralar.

Yine 20. yüzyıla iyi veya kötü adını yazdırmış liderlerle Atatürk'ün mukayesesini, mühim bir bilim adamı kimliğiyle yapan Celal Şengör, diğer tüm liderlerin henüz hiçbir şey yapmadan önce kitap yazdığını, Atatürk'ün ise asıl yapacaklarını bitirdikten sonra (1927) Nutuk'u yazarak bunu bilimsel bir deneyin protokolünü sunarmışçasına takdim ettiğini ifade etmektedir.

Bilim demişken, şimdi isterseniz Atatürk'ün doktrin adamı olmadığı, akıl ve bilimi rehber edindiği bahsine geri dönelim.

Çin'in meşhur lideri Mao Zedong, bir dizi mücadele sonucunda Çin'in başına gelmiş, 1949 itibariyle Çin Demokratik Halk Cumhuriyeti'ni kurmuştur. Tam bir doktrin adamı olan Mao, Marksizm'in bir tür yorumu olarak Maoizm'i geliştirmiştir. Mao'nun mücadelesinde samimi ve iyi niyetli bir lider olduğuna hiç şüphe yok. Ancak doktriner reflekslerle hareket eden bu adam, giriştiği endüstri hamlesiyle de (1958), kültür ihtilali hamlesiyle de (1966) Çin toplumunda onulmaz yıkımlara sebep olmuştur. Sonradan özeleştiri de yapan Mao'nun yönetiminde, uzunca bir dönem Maocu gençler erki ele geçirmiş, üniversite hocaları dahil pek çok yetişmiş kişiyi aşağılamışlardır. Bu dönemde sokakta Mao'nun Kırmızı Kitabı'yla ilgili sorulara doğru cevabı verememek, Mao'nun sözlerini bilmemek dahi cezalandırılma sebebi olacak suçlar arasındadır.

Endüstri hamlesinde herkesin evinin arka bahçesinde demir çelik üretimine yönelik çalışmalara girişmesi, patlamalar ve ölümlerle sonuçlanmıştır. Yine tarımda verimi arttırmak amacıyla, tahılları koruyabilmek için başlatılan büyük serçe katliamı, serçe ve benzeri kuşların herkesçe öldürülmesi veya çeşitli tuzaklarla etkisiz hale getirilmesi, ekolojik dengenin bozulması ve tahılların inanılmaz büyüklükteki, çekirge ve diğer böcek sürülerince talan edilmesiyle akabinde de kıtlıklarla sonuçlanmıştır.

İşte bu hamlelerin hiçbirisi "akıl ve bilimin rehberliğinde" değil, düz mantık ve doktrinin rehberliğinde gerçekleştirilmiştir. Her ne kadar bir devrimci olarak Mao'nun Atatürk'e pozitif yaklaşımı olsa da, bunları da görmeyecek değiliz. Yine her türlü olumlu tarafına rağmen "İnsanlar ya burjuva ideolojisini ya da sosyalizmi seçecek, bir üçüncü yol yoktur." diyen Lenin de doktrin adamıdır. Zaten Lenin'in ana vasfı, daha serbest ve karmaşık haldeki Marksizm'i, tam bir doktrin haline getirerek halka indirgemek, yani Leninizm'i geliştirmek olmuştur.

9 Eylül 1976 tarihinde Mao'nun ölmesiyle Çin'de bir devir kapanmıştır. Komünist Parti'nin önemli isimlerinden Deng Şaoping iş başına gelmiş ve Mao'ya da saygılı, ancak akıl ve bilimsel düşünceye daha çok eğilen, katı doktriner olmayan, pragmatik bir yol izlemiştir. Dünya gerçeklerine aldırış etmeden Maoizm tatbikinden vazgeçilmiş ve karma ekonomi modeliyle Çin yükseliş devrine girmiştir. Çin'in bugünkü süper güç adaylığının kökeninde de, kendi iç dinamikleri ve özgünlükleriyle her alanda örnek olmasa da, bu vardır. Bu konuda daha detaylı bir okuma için Metin Aydoğan'ın Çin ve Kemalist Kalkınma yazısını inceleyebilirsiniz.

Bu eğilim Çin'e özgü de değildir. Çin'in 1970'ler itibariyle karma ekonomi benzeri bir yola girilmesi, ABD'de evsizlere verilen sosyal haklar, Avrupa'da işçi hakları ve sendikaların önem kazanması aynı dönemde gerçekleşen olaylardır. Bu Yakınlaşma Teorisi olarak adlandırılır ve Atatürk'ten yıllar sonra yapılmış bir tanımlamadır. Umarım şimdi doktrinde donup kalmak ve aklı-bilimi rehber edinerek, mevcut duruma göre hareket etmenin farkını daha iyi anlatabilmiş, muğlaklığı giderebilmişimdir.

Tarih pek çok detay ve manipüle edilme potansiyeli olan tuzak noktalarla doludur. Bizdeki tarih eğitiminin de, mevcut tarih bilincinin de bunun üstesinden gelmesinin imkanı yoktur. Zaten günümüzde yaşadığımız pek çok şey de bu iddianın sağlaması niteliğindedir. Atatürk'ün Samsun'a çıkışı öncesinde, Bandırma Vapuru'nun İngiliz subaylarınca Karadeniz'de durdurularak kontrol edilmesi ve vize verilerek vapurun geçişinin onaylanması meselesi, bu konuda iyi bir örnektir. Bu mesele "İngilizler'den pasaport alma" hatta "danışıklı dövüş" iddia veya imalarıyla, Atatürk düşmanlarınca çoğu kez dile getirilmiştir. Yukarıda da bahsettiğim gibi; milli eğitimin "bata çıka Karadeniz'de yol alan pusulasız bir taka" ezberi, bu gibi profesyonel saldırılarla başa çıkmada birkaç gömlek altta kalmaktadır. Zaten her konuda olduğu gibi, tarihte de nitelikli bilgi sahibi olmadan yetişen gençlerimiz bu sebeple ciddi bir zihinsel saldırı altındadır.

Oysa ki Mondros Ateşkesi sonrası, İstanbul'un dahi fiilen işgal altında olduğu, İtilaf Donanması'nın her yerde hakimiyeti sağladığı bir ortamda, Karadeniz'de İngilizlerin kontrolünden kaçmak imkansızdır. Olayın direkt canlı şahidi olan İngiliz Yüzbaşı John Godolphin Bennett'in de sonradan teyit edeceği üzere, 3-4 kişi yerine 30'dan fazla kişinin nakline şaşıran İngilizler, kendi aralarında bir dizi telefonlaşmadan sonra Vahdettin'in de onayıyla vizeyi vermişlerdir.

Dikkat ederseniz buradan itibaren de "Milli Mücadele'yi Vahdettin'in başlatmış olduğu" gibi bir tezin önü açılıyor. O meşhur "paşa paşa memleketi kurtarabilirsin" sözüyle de harmanlanarak, ilk atılan danışıklı dövüş yalanı tutmayınca, buradan tutunulmaya çalışılıyor. Oysa ki Vahdettin'in, Atatürk'ü Samsun'a gönderme sebebi, İngilizlerin kendi askerlerini kullanmaktan imtina ettikleri görevlerden birisi olarak, yerel milli direnişçilerin bastırılması amacıyladır. Ayriyeten bu meseleyi daha etraflı alıntılarla, Can Dündar'ın o facia filmine cevap olarak, Paralel Tarih Yazımı-II adlı yazımda ele almıştım, isteyen oraya da bakabilir.

İşte gördüğünüz gibi, Atatürk'ü anlatmak niyetiyle başladığım bu yazıda dahi konu, laf lafı açarak kökü dışarıda olanların yalan tezleriyle mücadeleye geliyor. Ama her ne kadar can sıkıcı olsa da bu mücadelenin yapılması gerekiyor. Aksi takdirde her geçen gün, genel atmosferi de belirleyen, sizi tarihle ilgili en net gerçekleri dahi söylemeye çekinir hale getirecek bir konjonktür oluşturuluyor. 

Örneğin İngilizlerin hilafetin kaldırılmasından şikayetçi olduğu gerçeği gibi. Evet yanlış okumadınız, İngilizler hilafetin kaldırılmasından rahatsız olanlar arasında başı çekmişlerdir. Mondros'ta hilafetle ilgili bir kısıtlama yoktur. Sevr'de Türklere hiçbir egemenlik hakkı tanımayan hükümler arasında hilafetin kaldırılmasına yönelik hiçbir şey yoktur. Bunların dışında bu şekilde bir baskı da yoktur. Zira I. Dünya Savaşı'nda, diğer Müslüman ülkelerden destek bulmak amacıyla, Mehmet Reşat'ın ilan ettirdiği Cihad-ı Ekber, asla beklenen karşılığı bulmamıştır. Aksine peşine karşı cihat ilan edilmiştir. Hilafetin birtakım çevrelerce pek heveslenildiği üzere, askeri dayanışma yönü yoktur ve hiç olmamıştır. Hilafet makamının güçlü olması, Osmanlı Devleti'nin güçlü olduğu dönemlerde mümkün olmuştur.

Dediğim gibi, ilgili güruhun iddialarının tam zıddı olarak İngilizler, hilafetin mevcudiyetini istemişlerdir. Zira o tarihlerde İngiliz sömürgesi olarak yaşayan Müslümanların ayaklanmasından korkmuşlardır. Nitekim gerçekten Hint Müslümanları birtakım isyanlar başlatmış ve kontrolleri zorlaşmıştır. Yıllar sonra da malum Hindistan-Pakistan ayrılığı meydana gelmiştir.

İngilizlerin hilafeti istediği gibi, CIA şefi Graham E. Fuller de Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabında Türkiye'de ılımlı bir halife olması gerektiğini açıkça belirtmektedir. Yine ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın, 2004'teki 'Türkiye İslam Cumhuriyeti' "gaf"ı pek meşhurdur. Batı'nın her devirde, Müslümanları daha kolay yönetmek amacıyla, hilafete sıcak baktıkları açıktır.

Tarih, özellikle bizim gibi ülkelerde; hem herkesçe bilinmesi, derinliklerinin kavranması gereken, hem karmaşık, hem manipülasyona açık, hem bilinmeyen, hem de üzerine konuşulan yorucu bir disiplindir. Örneğin gelişigüzel bir biçimde Lozan'da kapitülasyonların kaldırıldığı söylenir. Ancak antlaşma gereği bunun yürürlüğe girmesi imzadan 6 yıl sonra mümkün olacaktır. Yani böylelikle Türkiye'de 1929 yılına kadar kapitülasyonların geçerliliği söz konusudur. 1929 da aynı zamanda dünyanın gördüğü en büyük ekonomik krizin patlak verdiği, borsaların birbiri ardına çöktüğü bir yıldır. Dünyada ekonomik alanda olağanüstü güvensiz bir hava oluşmuştur. Henüz 6 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti, işte bu atmosferde atılımlarını gerçekleştirmiş ve büyümeyi sürdürmüştür. Buradan da anlaşılacağı üzere önü arkası bilinmeyen bilgi de son derece yanıltıcıdır. Yani 1923'te kapitülasyonların kaldırılmış olması -genel algı bu yönde olmasına rağmen- üzerine bina edilecek her türlü anlatım güdük kalacaktır.

İnsanlardaki en temel, iç güdüsel ideolojik bilincin, yaşam tarzı üzerinden geliştiğini düşünüyorum. Bu bağlamda kişiler hangi tipte bir yaşam sürerse sürsünler, kendi rızaları dışında yaşam tarzlarının değiştirilecek olmasına var güçleriyle karşı çıkarlar. Yaşam tarzlarını sürdürme isteği, bağlı bulunulan çevreyle ortak olarak geliştirilmiş hayat görüşünü koruma eğilimi, nihayetinde kendisine yakın veya uzak geçmişten semboller de edinerek, esaslı bir mücadeleyi ateşleyecek motivasyonu yaratır. Bizde de sık rastlanan; dinci-laikçi, ayrılıkçı-milliyetçi tartışmaları Atatürk'ün de dahil edilmesiyle çözülmez bir sarmal haline gelmiş durumdadır.

Benim burada duyduğum rahatsızlık, sahip olduğumuz niteliksiz bilgiyle Atatürk'ü de bu sığ tartışmalara hapsetmemizden dolayıdır. Zira o, dünya arenasındaki meseleleri nereden okursak okuyalım, referansı olan dahi bir liderdir.

Kurtuluş Savaşı'nın zaferi kesinleştiğinde Gandi, İngilizlere hitaben;

"Haydi beni bir daha tutuklayın İngilizler! Ama görüldü ki tutuklama ve öldürmeyle iş bitmiyor! İşte Türkler, kendi cenaze merasimi için hazırlanan tabutlarını, sahiplerinin başlarına geçirdiler!" demiştir.

Bize yıllar sonra, Kurtuluş Savaşı'nın gerçekten olup olmadığı tartıştırılırken; Milli Mücadelemiz, Sevr'in reddedilmesi ve bunların öncüsü olan Atatürk, Hitler gibi en saldırgan diktatörden, Gandi gibi bir barış elçisine kadar övgüye mazhar olmuştur.

Günümüzde de; yapacağımız takdir edilesi işlerde Atatürk'te bir ilham noktası bulacağımız gibi, onun takip ettiği ve bize de takip etmemizi öğütlediği akıl ve bilim yolundan ayrıldığımızda, yakın tarihlerde de görüldüğü üzere başımıza türlü felaketlerin geleceği son derece açıktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder