17 Mart 2019 Pazar

Toplum ve Eleştiri


Toplum çoğu kez kutsanan bir yapı olmuştur. Doğruya daha yakın bir hayat ve fikirler adına, din dışı alandaki bu kutsamaların tümünün bozulması gerektiğine inananlardanım. Bunu da genel anlamda Rasyonel Temellendirme başlıklı yazımda açıklamaya çalışmıştım. Bunun aslında olması gereken olduğunu, benim türettiğim bir şey olmadığını o yazıda da vurgulamıştım. Sonraki okumalarımda Türkiye'nin önemli düşünce insanlarından Yalçın Küçük'ün bunu "demistifikasyon" olarak kavramlaştırdığını gördüm. Bir şeyi veya kişiyi mistik taraflarından arındırmak anlamına geliyor. Böylelikle de akıl-mantık çerçevesinde tartışmak, yeni tabular oluşturmadan rasyonel bir alanda kalabilmek mümkün kılınıyor.

Toplumun kutsanması büyük ihtimalle kuşatıcılığıyla ilgili bir durum olarak nitelendirilebilir. Yani hepimiz onun bir parçasıyız. Onun normları, örfü, adeti kapsamında yaşıyoruz. Bu en geniş aidiyet durumu demek oluyor. Bir de buna çoğunluğun yaptığının/onayladığının doğru olduğu inancı eklendiğinde, toplumu kutsamak kaçınılmaz oluyor.

Ancak şu bir gerçek ki; tüm dahiler ve mucitler, önemli çalışmalarını ve sonuç olarak topluma büyük fayda sağlayacak ürünlerini topluma aykırı bir yaşayış veya metod izleyerek vermişlerdir. Yani açıkça söylenebilir ki, toplum bir arada yaşamanın bazı yazısız kurallarını ister istemez meydana getirse de öyle doğru bir yönü falan işaret etmez, edemez. Aksine toplum çok yavaş değiştirdiği kabulleriyle, mecburen doğru bir yönden ve yaratıcılıktan uzaktır. Tekdüze bir yaşayışta ısrarcıdır. Topluma en çok yararı sağlayan yaklaşımlar da bu ısrarcı tavra rağmen var olan yaklaşımlardır.

Toplumun kutsanması kadar eleştirilmesi de önemli bir meseledir. Toplum eleştirileri genelde yine topluma rağmen ve toplumu daha iyi noktalara taşımayı amaçlayan bir doğrultuda yapılır. Özellikle siyaset alanına girdikten sonra -ki Türkiye'de bu alan oldukça geniştir- bu konuda da samimiyet yerini ucuz hesaplara bırakır ve her şey daha da çözümsüz bir hale gelir. Öz eleştiri (otokritik) yani kişinin kendisine yaptığı eleştiri, onun her alanda daha da gelişmesinin ilerlemesinin temel şartlarındandır. Aynı şekilde bir birey, parçası olduğu toplumu eleştirdiğinde kendisi de o toplumun dahilinde olduğundan bu da bir öz eleştiridir.

Türkiye siyasetinde toplum eleştirisi noktasında pek çok konu düğümlenmiş durumdadır. Bu düğümlenme önemli temel çelişkileri ihtiva eder. Bunu bir tür öz eleştiri samimiyetinde yapan ve tamamen toplumun ilerlemesi kaygısını güden aydın kesim, daima muhafazakarlık iddiasındaki cenahın ucuz hamasetle bezeli taşlamalarıyla karşılık bulmuştur. Bu sayede kendi çıkarlarından önce toplumun çıkarlarını göz önünde bulunduran aydınlar, toplum düşmanı olarak addedilip sindirilmişlerdir. Aynı şekilde kendi çıkarları uğruna toplumu uçurumun kenarına sürüklemekte bir beis görmeyenler de "vatan evladı", "Anadolu çocuğu" gibi son derece içten ve ayrıcalıklı sıfatlarla nitelenmişlerdir. Bu durum Türkiye'nin düşünce arenasındaki en önemli çelişkilerden birisidir.

Pek çok siyasî, tarihî, sosyolojik sebepten ötürü ülkemizde biat kültürü aşılamamıştır. Her yerin, her alanın bir ağası, bir beyi, baskın bir otoritesi kitleleri sindirmiştir. Osmanlı tarihi üzerine önemli çalışmaları olan pek çok isim, bu durumun çöküşte dahi büyük pay sahibi olduğunu ileri sürmüştür. Bireyin gelişimini engelleyen bu durum aynı zamanda bir geri beslemeye sebep olmuş, bir süreklilik haline gelmiştir. Sonuç olarak da toplum hemen hemen her alanda nitelikli bir görüşten, anlayıştan ve zevkten münezzeh bir yaşam sürmüştür.

Bazen tarihe geniş bir perspektifle bakmayı unutuyoruz. Belki bu bile doğru değil, daima bundan mahrumuz! Osmanlı son dönemine ait çalışmalarda, akademide de sık sık görüldüğü üzere, herhangi bir konunun genel istatistikleri, o geniş sınırlar üzerinden konuşularak, Anadolu'yu bile kapsamayan sadece İstanbul'u ilgilendiren verilerle geçiştirilir. Aslında bu bir üşengeçliğin, arşiv çalışması eksikliğinin de sonucu değildir. O verilerin var olmamasıyla ilgili bir durum söz konusudur.

En sık tartışılan konulardan "Osmanlı'da okur-yazar oranı" meselesinde de görüleceği üzere direkt olarak sağlıklı bir istatistikten bahsetmek mümkün değildir. Zira öyle bir veri yoktur. Ancak bazı çıkarımlarla bazı yüzdelere ulaşılabilir.

Biz çoğu kez tüm dünyayı da bizim durumumuzda zannetmek gibi bir yanılgıya düşüyoruz. Mukayeseli bir bakıştan pek haberdar değiliz. Bu sebeple de tüm dünyada yüz yılda bizdeki kadar ivmeli bir değişim olduğu yanılgısına düşüyoruz. Öncelikle gelişim kısmındaki göreceliliği gidermek isabetli olur. Geçtiğimiz yüz yılda elbette ki müthiş değişimler yaşanmıştır. Son on yılda bile çoğu alanda akla hayale gelmeyecek ilerlemeler sağlanmıştır. Ancak bu durum dünyanın geri kalanında, bizde olduğu gibi yaşanmamıştır. Vurgulamak istediğim kısım tam olarak burasıdır.

The Great Gatsby filminde 1920'ler Amerikası'nın cemiyet yaşayışının ve gece hayatının son derece başarılı bir canlandırmasını görüyoruz. Aynı yıllarda Anadolu'daki yaşam için ne söyleyebiliriz? Elbette ki; işgale karşı örgütlenme, direniş, zafer ve cumhuriyet dönemine geçiş... Her şeyin yeniden -hatta ilk kez-yapılandırılmasının zorunlu olduğu topraklardan bahsedebiliriz. Yani tarihsel farklılıklara ek olarak, bölgesel farklılıkların da farkında olmamız gerekir.

Günümüzde her ne kadar, her ülkenin sıradan vatandaşı aynı hayatı yaşıyormuş gibi görünse de aynı müzikleri dinleyip, aynı sosyal medya akımlarının etkisinde kalsa da buraya geldiğimiz yer aynı değildir. Bunun da bugün üzerinde durmadığımız pek çok facia boyutunda sonucu vardır. Örneğin bizde, özellikle halk tabanında, estetik algısı, mimariden giyim tercihlerine pek çok alanda gelişmemiş, şehirlilik kültürü oluşmamıştır.

New York'ta günümüzde bile pek çok insanı özendirecek partilerin düzenlendiği, muazzam bir gece hayatının yaşandığı, zamanın lüks otomobilleriyle caka satıldığı yılların hemen öncesinde Anadolu'da son derece ilkel ve iç burkan manzaralar hakimdir. Ahmet Hâşim'in, Refik Şevket Bey'e yazdığı o meşhur mektubunda 1919 Anadolu'sunun küçük bir anlatımı şu şekildedir:

Ankara'da Almanya İmparatoru'nun Anadolu hastalıklarını incelemek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli üyeleriyle görüştüm ... Anlamışlar ki, Anadolu Türkleri'nin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi yakın bir yok olma ile tehdit eden bu halin sebebi nedir bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı! ... İstisnasız nakil vasıtaları olan kağnı hiç şüphe yok ki taş devri keşiflerinden ve âletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat hayvana yapışıp ... onun kanını ve canını emen bir canavardır! ... Evlerine gelince, onlar da öyle: Duvarlar yontulmamış alelade taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi gelişigüzel dizilmesinden hasıl olmuştur. Anadolu külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl'in dediği gibi, en nefis icatları olan yoğurt bile pislik mahsûlünden başka birşey değildir. ...Anadolu hemen baştan başa frengilidir. Anadoluluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, topluca o kadar topal veya topalların o kadar muhtelif çeşidi görülür ki insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum sanır.¹

Bu durum Anadolu'nun uzun dönemler boyunca tahıl ambarı ve asker kaynağı olarak kullanılmasıyla da ilişkilendirilebilir. Büyük tarihçimiz rahmetli Halil İnalcık'ın sözü olarak açıkça nakledilebilir ki, Anadolu insanı; Roma, Selçuklu ve demokrasi devrinde rahat etmiştir!

Türkiye'ye Genel Bir Bakış başlıklı yazımda değindiğim üzere, cumhuriyet dönemiyle birlikte, her alandaki atılımlarla ve devrimin ruhu/özü gereğince eşit yurttaş yaratma girişimleri büyük bir özveriyle sürdürülmüştür. Bu gidişat II. Dünya Savaşı atmosferinde sekteye uğramış ve sonrasındaki yeni globalleşme döneminde inişe geçmiş adeta bir geri dönüş başlamıştır.

Toprak reformu tartışmalarıyla CHP'deki toprak ağalarının ayaklanması gibi bir görünümle temelleri atılan Demokrat Parti, meşhur dörtlü takrirle fiilen temellendirilmiştir. Tüm bu yaşananların yanı sıra bugün çok daha net bir şekilde anlaşıldığı üzere, uluslararası bir konsorsiyumla iş başına gelen DP ile birlikte ulusal kırmızı çizgiler aşınmış, eşit yurttaş yaratma gayesi ortadan kalkmıştır. Bunu takiben önemli kırılma noktalarıyla Türkiye, yıllar içinde gücü ölçüsünce söz sahibi olamadığı ve pek dostane olduğunu söylemenin de mümkün olmadığı ittifaklara mecbur edilmiştir.

Modern dünyayla entegrasyon şeklinde pazarlanan bu bağımlı hale gelme durumu, her alanda olduğu gibi sosyal alanda da kötü sonuçlar doğurmuş, şehirlere göçü, çarpık kentleşmeyi, şehirlileşememeyi getirmiştir.

Bu noktadan bir geri dönüşün ciddi bir muhasebe ve öz eleştiriyle mümkün olduğu açıktır. Çoğu zaman Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi'nden veya o tip bir yaklaşımdan hareketle, bazı temel gereksinimler karşılanmadan daha üst "lüks" olarak tabir edilen alanlarda fikir sahibi olunamayacağı savunulur. Bu bir yönüyle haklı olmakla beraber, tamamen buradan hareketle bir açıklama yapmak da sağlıklı olmaz.  Zira biraz da amiyane bir jargonla "abi bize imkân verseler var ya..." gibi başlangıç cümleleriyle ifade edilebilecek maddî yokluk temelli sebeplendirmeler geçerli olsaydı; dünyada en klas, estetik bakışa sahip, incelikli bir topluluğun da Arap zenginler olması gerekirdi. Oysa ki böyle olmadığını görüyoruz. Aksine altın kaplama cipleriyle gezen, özel jetleriyle uzun mesafelere seyahat eden ve elleriyle pilav yiyen insanlar olduklarını biliyoruz.

Aynı şekilde 2001 Ekonomik Krizi ve Kemal Derviş dönemiyle, IMF programıyla, yukarıda da bahsettiğim bağımlı hale gelişte yeni bir döneme girilmiş ve bazı şartlar karşılığında döviz kurları dizginlenmiştir. Bunun sonrasında yaşanan ilgili kurlarda istikrarlı bir seyrin izlendiği yıllarda aynı zamanda sıcak para Türkiye'ye akmış, Borsa İstanbul büyük ilgi görmüştür. İşte bu sunî refah yılları da maddiyatın, medeniyetin veya şehirlileşmenin tek sağlayıcısı olmadığını ispatlamıştır.

Geçtiğimiz yaklaşık 20 yıla ait, lira cinsinden dolar fiyatının yıllara göre ortalamaları şu şekildedir;²

1999: 420.126 TL

2000: 623.703 TL

2001: 1.225.411 TL

2002: 1.505.839 TL

2003: 1.493.067 TL

2004: 1.422.341 TL

2005: 1.341.111 TL

2006: 1,43 TL (Bu yıl itibariyle paradan altı sıfır atıldı)

2007: 1,31 TL

2008: 1,29 TL

2009: 1,54 TL

2010: 1,50 TL

2011: 1,67 TL

2012: 1,79 TL

2013: 1,90 TL

2014: 2,19 TL

2015: 2,73 TL

2016: 3,02 TL

2017: 3,65 TL

2018: 4,82 TL

Bu yıl ortalamalarından hariç olarak 2018'de doların 7,23'ü de gördüğünü eklemek isterim. Yani yıllar içerisindeki ivmelenmeden de anlayacağınız üzere o "istikrarlı" yıllar artık geride kalmıştır. Peki biz o yıllarda yani "bize imkân verildiği" dönemde neler yaptık gelin bir de bunlara bakalım...

Bursa'daki meşhur TOKİ binaları

İstanbul'un silüetini bozan 16/9 Gökdelenleri ve diğerleri

Ankara'da çarpık kentleşme


Antep'te eski ve yeni yapılar


Batık bir proje: Mudurnu Şatoları

Süheyl Bey Camii restorasyon faciası

Restorasyonunda mutfak mermeri kullanılan Aspendos Antik Tiyatrosu

Şile Kalesi restorasyon faciası

İşte bizim elimize imkân geçtiği zaman meydana getirdiğimiz yapılar tam da bunlardır. Burada böyle gizli, ince bir siyasî eleştiri yaptığım zannedilirse meramımı anlatamamış olurum. Bu tamamıyla bir toplum eleştirisidir. Örneğin TOKİ ucubeleri Bursa'ya dikildiğinde halk dişe dokunur bir tepki göstermemiştir. Yüzlerce yıllık duvar hafriyat kamyonun geçişi için kapı yapmak maksadıyla yıkıldığında bu bir infiale sebep olmamıştır. "Restore" edilmiş hali çizgi kahraman Sünger Bob'a benzetilen Şile Kalesi için, şu veya bu partili hiç kimse net bir tavır takınmamıştır. Bu tepkisizliklerin temelinde bir çekince veya cesaretsizlik olduğunu zannetmiyorum. Bu tamamen doğal süreci içerisinde estetik algının gelişmemiş olmasıyla alakalıdır. Bunu aşmanın önemli yollarından birisi toplum eleştirisidir.

II. Dünya Savaşı'nın en yıkıcı zamanlarında dahi pek çok Avrupalı'nın, yine sancılı geçiş ve kriz döneminde Rusların tiyatro ve operaya gittiğini duymuşsunuzdur. Okuma alışkanlıklarıyla ilgili de aynı şey söylenebilir. İşte bunlar da buraya kadar verdiklerimin ters simetriği kabilinden örneklerdir. Yani medeniyet başlangıcı itibariyle maddiyatsız olmayabilir; ancak sadece maddiyatla da olmaz!

Ünlü ekonomist Atilla Yeşilada katıldığı bir TÜSİAD söyleşisinde, konuşmasının bir kısmında şu eleştiriyi yapıyor:

Şu anda hakikaten kendimizi çok özel ve dünyanın en güçlü ülkesi olarak görüyoruz. Ama bakın rakamlar çok açık. Biz iç çamaşırı ve ucuz araba üreten, ortalama eğitimi "9. sınıf" olan bir toplumuz. Bunu kabul etmemiz lazım eğer ne kadar geri kaldığımızı ve ne kadar eksik ve cahil olduğumuzu kabul etmezsek iyileşemeyiz. Bir hastalıkta iyileşmenin ilk yolu hastalığı kabul etmek ve doktorla çalışmayı anlamaktır. Bakın şu ana kadar tek kelime ekonomi geçmedi; geçmez de...³

Yine diğer bir değerli ekonomistimiz Mahfi Eğilmez IMF Programıyla yaşadığımız sunî zenginleşmeyi ve buna bağlı yaşanan öz güven artışını teknik bir yaklaşımla, "Hollanda Hastalığıyla" açıklıyor.⁴

Her şeyden önce; bahsettiğim kırılma noktalarından hareketle, şu anda nerede olduğumuzu, gerçek mahiyetimizin ne olduğunu, Batı'nın bizi kıskanmadığını, manevî açlığımızın derecesini, estetik algımızın düzeyini bize öğretecek toplum eleştirilerini karşılayacak seviyeye gelmemiz gerektiğine inanıyorum!

Her ne kadar bunun önemli icracılarından Aziz Nesin'i dahi hâlâ anlayamamış olsak da onun sinemaya uyarlanmış eserlerini büyük bir keyifle izleyip, verdiği mesajı almasak da başka sağlıklı bir yöntem göremiyorum...


DİPNOTLAR

1"Dahi Diktatör", A. M. Celâl Şengör, sf. 11-12

2http://paracevirici.com/doviz-arsiv/merkez-bankasi/

3https://youtu.be/TNXcpD-6Nao?t=1287

4http://www.mahfiegilmez.com/2019/03/hollanda-hastalg-ve-turkiye.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder