Artık pek kullanmadığımız kelimelerden birisi "iğdiş"... Tabii kendisini kullanmayınca, anlamı da yok olmuyor ya da bu anlamı içeren durum ortadan kalkmıyor. Sözlük anlamı; "erkeklik bezleri çıkarılarak veya burularak erkeklik görevi yapamayacak duruma getirilmiş (hayvan ve özellikle at)" olarak verilmiş.¹ Yaşar Kemal'in de bu kelimeyi pek çok yerde ve yerinde olarak kullandığını görmek mümkün. Yine Mümtaz Soysal'ın "İğdiş Sol" başlıklı bir köşe yazısı epey bilindik, kısa ve vurucu bir yazıdır.² Ayrıca bu yazının da esin kaynağıdır.
Bizdeki isimlendirmeye bakılırsa, muhâlefetin 'iğdiş' olması pek garipsenmeyebilir. Zira muhâlefet; yapısı gereği 'iktidarın' zıttıdır, onun altındadır, ondan daha güçsüzdür. Yönetme erki bağlamında bir varlığı, yürütmede herhangi bir etkinliği yoktur. Buna karşın yasamadaki varlığıyla, en iyi ihtimalle bir denetleyici olabilir.
Bu küçük değinmemize ek olarak -kendi içerisinden bir perspektifle- muhâlefetin de pekâlâ bir iktidara sahip olmasının, bir ülkedeki makul düzen açısından, iktidarın iktidara sahip olmasından daha önemli olduğunu söyleyebiliriz. Yani muhâlefet, demokratik düzeni tescillemek üzere varlığına müsaade edilen pasif bir yapı, bir figüran değil, iktidara direkt muadil olma iddiasında bir merkez olmalıdır. Bunun için de bir miktar 'iktidar' içermek zorundadır.
Muhâlefetin iğdişliğinin, yani şu içeremediği iktidarın temelinde, birbiriyle de ilişkili olarak üç katman var. Bunlar; ideolojik bilinç, örgütlülük ve liderliktir. Aslında etkili bir lider veya bir öncü kadro, aynı zamanda iyi bir örgütlenmenin tek amacı olmasa da doğal bir sonucudur. Örgütlenme de benzer şekilde hassasiyetle belirlenmiş, işlenmiş net bir siyâsî çizginin, ideolojik bilincin sonuçlarından birisidir. Yani birbirlerini de direkt besleyerek çalışan bu üç dinamiğin yokluk derecesindeki eksikliği, muhâlefetin iğdişliğinin sebebidir.
Diğer yazılarda söz konusu dinamikleri müstakil olarak işlemiştik. Yine de kısaca değinmek gerekirse şunları söyleyebiliriz; ideolojik bilinç, bizim devrim tarihimizde daima yarım kalmış bir ödevdir. Şevket Süreyya'nın da dediği üzere, 'Halk Partisi' kuramcı ve yorumcu yetiştirememiştir.
1960'lardan itibaren, ideolojinin yeni yorumlanma çabalarını, muazzam bir örgütlenme izlemiş, sancılı uzun yıllar ardından 12 Mart ve 12 Eylül süreçleri, örgütlülüğün ana omurgasını kırmıştır. Buradan sonra oturtulacak neo-liberal düzen, hem bireyi ön plana çıkarması hem de diğer caydırıcı resmî tedbirlerle örgütlülüğün sönümlenmiş olarak kalmasını sağlamıştır. Yeni bir örgütlenmeyi körükleyecek esaslı bir 'ideoloji işçiliğinin' olmaması da buna eklenebilir.
Söz konusu iki dinamiğin yokluğu veya aşırı yetersiz oluşu, üçüncü dinamiğin yani liderliğin, beyin takımı işlevi görecek bir öncü kadronun meydana gelmesini de imkânsızlaştırmıştır.
Muhâlefetin iğdiş hâlinin genel bir analizi kısaca bu şekildedir. Peki bu çözümlemeye ihtiyaç doğuracak ve geçerli olmasını sağlayacak teşhis, somut olarak nedir?
Bunu da iki noktada görebiliriz. Birincisi, herhangi bir üyesini dahi her alanda savunabilecek kudrette olması gereken bütün bir muhâlefetin, en üst düzey yöneticisinin ciddi bir linç girişiminden güçlükle kurtarılabilmesidir. İkincisi ise muhâlefetin her seviyedeki pek çok mensubunun kırılma anlarında "siyâseti bir kenara bırakmaya" daima hazır oluşudur. Bunlar muhâlefetin iğdişliğini net olarak teşhis etmemizi sağlayan; fiziksel ve fikirsel alandaki iki tezahürdür.
"Siyâseti bir kenara bırakmak", günümüz Türkiyesi'nde üzerinde daha çok durmamız gereken önemli bir ifadedir. Kriz anlarında muhâlefet, bu ifadeyle kolaylıkla iktidarın güdümüne girer. Hattâ son olarak geldiğimiz nokta, bir krize bile gerek bırakmadan, bakanların iktidardan bağımsız bir kişilik olarak benimsenip yüceltilmesi seviyesindedir. Romantik "Atatürkçü bakan" imajı da "salgınla ilgili süreci iyi yöneten hepimizin bakanı" imajı da bunun birer ürünüdür. Ayrıca söz konusu 'Atatürkçülüğün' ve muazzam(!) süreç yönetiminin gerçek nitelikleri de çok geçmeden ayyuka çıkmıştır!
Siyâsetin kötülenmesi eskinin şiddetli ideolojik çatışmalarıyla, bir de aktif siyâsetin içindeki yolsuzluklar, kayırmacılık ve bütün bir çürümüşlükle temellendiriliyor. Böylelikle siyâsetin aslında pis bir iş olduğu, ilk fırsatta bir kenara bırakılarak, 'akıl' ve 'vicdanla' hareket edilmesi öneriliyor.
Oysaki siyâset hayatın işletilmesi adına daima kaçınılmaz bir yoldur. Hiçbir zaman, hiçbir anda bir kenara bırakılamaz! Siyâset; zaten bir alternatif olarak gösterilen o akıl ve vicdanın, yüz yıllar boyunca yaşanan deneyimler doğrultusunda geliştirdiği çeşitli programları, fikirleri, reçeteleri ihtiva eder. İnsanlık, en temelde biyolojik zorunluluklar sebebiyle tüketmek zorundadır. Bu da üretim zorunluluğunu ve üretim araçlarını ortaya koyar. Üretim araçlarının sermayedarların mı, yoksa kamunun mu lehine işleyeceği de "sağ" ve "sol" dediğimiz kaçınılmaz ayrımı meydana getirir. Dolayısıyla 'siyâset dışı' veya 'sağ-sol üstü' söylemler daima adi politik retoriklerdir.
Utangaç sağcıların, "ben ne sağcıyım ne de solcu" klişesinin daha derininde olan şey, neo-liberalizmin önemli arterlerinden birisi olan anayasalcı iktisat teorisidir. Bu yaklaşıma göre devletin ekonomiye olası müdahalesinin önü anayasayla alınmalıdır. Böylelikle sermayenin çıkarları iktidardan bağımsız olarak daima anayasal garanti altına alınmış olur.³ Yani sermayenin korunumu ve sağ politikaların işleyişi, "sağ ve sol üstü" bir şey olarak, "olması gereken" olarak belirlenir ve işler. Bu anlayış, yani 'ideolojisizlik' ideolojisi, Sovyetler'in çözülmesiyle doruk noktasına ulaşmıştır.
Günümüzde o doruk noktasından epeyce uzaklaşmış bulunuyoruz. Sağ-sol ayrımı, zenginle yoksul arasındaki fark ve içerisinde bulunduğumuz özel dönemle birlikte pek çok meseleyle, ideolojik bilincin gerekliliği hiç olmadığı kadar bariz hâle geliyor. Tam bu ortamda gözümüzü muhâlefete çevirdiğimizde, yine en yetkili ağızdan, bizzat Kemal Kılıçdaroğlu'ndan, ısrarla "sağ-sol yok" vurgusunu işitiyoruz.⁴ Bazı konuşmalarında hızını alamayıp bunların 18. yüzyıla ait kavramlar olduğunu dahi ileri sürüyor.
Bu tür ifadeler; muhâlefetin mevcut siyâsî başarısızlığını, iktidardan neden epeyce uzak olduğunu açıklıyor. Zira kendisini potansiyel iktidar yapacak temel dinamik olan ideolojik bilincin inşasından hâlâ bihaber olduğu anlaşılıyor. Ayrıca bu yaklaşımlar, ana muhâlefet gibi koskoca bir aygıtın, neo-liberal zokayı yutmakla veya bizlere yutturmakla yükümlü olduğunu da ortaya koyuyor!
Birileri muhâlefeti iğdiş etmişe benziyor; ama kimler?
2 "İğdiş Sol", Mümtaz Soysal, Hürriyet 23.07.1993
3 Fatih Yaşlı, İdeoloji: Bir Kavramın İzinde, s. 34
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder