8 Mayıs 2020 Cuma

Platonik Kemâlizm'in Eleştirisine Katkı


(Bu yazı hararet.org'da yayınlanmıştır)

Yeni bir kavram doğdu, Platonik Kemâlizm! Bu kavram sayesinde her seferinde en az bir paragraflık tanım yapmaktan ve üstüne yanlış anlaşılmaktan, birilerini kırıp, gücendirmekten kurtulduk. Zaten kavramların oluşturulmasında önemli bir gereklilik de pratik anlamda bu şekildedir. Teorik anlamda ise her yeni kavram gibi Platonik Kemâlizm de bize; havada uçuşup duran kelimeler yerine, bu kelimelerin bütünleşerek oluşturduğu netleşmiş bir yapıyla, üzerinde çok daha kolay çalışılabilir, derinlerine inilebilir bir alan sunuyor.

Yaptığı tarih programlarında, yeri ve zamanı geldikçe Murat Bardakçı'dan bazı 'Platonik Kemâlizm' eleştirilerini görür, tebessümle seyrederdik. "Senin mavi gözlerinin aydınlattığı yolda ilerlemek" gibi ifadelerle başlayan hamasi birtakım taklitlerle söze başlayıp, "bu inkılâp kürsüleri ne iş yapar" diye sitemle bitirirdi. Çok temel, çok basit, çoktan yapılmış olması gereken görevlerin, yükümlülerince yerine getirilmemiş olması üzerine söylerdi bunları. Bir Kemâlist olmasa da püsküllüyle ve Fethullah'ın tarihçileriyle en etkili mücadeleyi verenlerden birisi olarak Bardakçı'nın bu eleştirilerini, o zamanlar bile yerinde görürdüm.

Dizinin ilk yazısında, Saltuk Buğra'nın da belirttiği üzere; "platonik" kavramının özü, Platon'u dahi aşarak, ondan yaklaşık yüz otuz yaş daha büyük olan Konfüçyüs'ün "Altın Çağ" tasavvuruyla yine karşımıza çıkıyor. Yani 'platoniklik' aslında Platon'dan da eski ve evrensel. Bunun küçük örneklerine hayatımızda da rastlıyoruz. Klişeleşmiş birer özlem ifadesi olarak o; "eski bayramlar", "eski ramazanlar" söylemleri tamamen bu evrensel hissiyatın bir ürünüdür. Denilebilir ki insanoğlunda, "biz büyüdük ve kirlendi dünya" inanışı neredeyse doğuştan gelir.

Özellikle topluluk bazında ele alacak olursak bu tür inanışların olmadığı bir kesim görebilmemiz zordur. Örneğin neo-Osmanlıcıların gerçeklerle zerrece uyuşmayan Osmanlı ütopyaları ve Osmanlı'da; içki tüketimi, eğlence anlayışı, farklı cinsel tercihler gibi konulara olan tahammülsüzlükleri, tamamen söz konusu inanışla ilgilidir. Bu da son derece doğal.

Tabii bizim yine de Platonik Kemâlizm'i açmamız, onunla ilgilenmemiz ve onun aşılmasının yollarını aramamız gerekiyor. Doğal bir durum olması sebebiyle eylemsiz kalamayız. Zira Kemâlizm'in içerisinde bulunma iddiasıyla, bunu Kemâlizm'i ilerletmenin bir gereği olarak yerine getirmemiz gerekir. Ayrıca Kemâlizm; arkaik bir inanış, eskide kalmış bir yapıyı ululama ritüeli veya bir din olmadığı için dinamik yapısıyla zaten bunu gerektiriyor. Yani Platonik Kemâlizm'le 'uğraşmak' aslında hem Kemâlistlerin üstlenmesi gereken bir misyon hem de Kemâlizm'in gereği.

Platonik bakışın bir karakteristik özelliği de ardında ciddi bir bilgi birikimi barındırmamasıdır. Yani biraz daha açık konuşacak olursak, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira en temel seviyede bir okuma bize, Atatürk'ün pek çok şeyi başardığı gibi bazı girişimlerde de değişikliğe gittiğini veya tamamen vazgeçtiğini gösterecektir. Dolayısıyla 1923-38 devresinde, başından nasıl ilerleyeceği belli saat gibi işleyen bir yönetim değil, zaman ve zemin şartlarına göre sıklıkla taktiksel değişikliklere gidilen titiz, gerçekçi ve bir o kadar da kararlı bir yönetim görürüz. Platonikler bunları bilmekten epey uzaklar.

Platoniklerin "değişmez kült doğruların" bekçiliğini yaparken, ne kadar yanıldıklarını anlamak için çok basit birtakım varsayımlar bile yeterli. Atatürk'ün 1931'de, henüz CHP'nin III. Kurultayı yapılmadan hayata veda etmiş olduğu bir senaryoda platonikler, çok büyük ihtimalle 'Devletçilik' ve 'Devrimcilik' ilkelerinin mevcut ilkelere eklenmesine de karşı çıkıp, gerçek özün dört ilkeden müteşekkil olduğunu ileri süreceklerdir. Yani aslında Altı Ok'a bile karşı çıkmış olacaklardır. Benzer şekilde Köy Enstitüleri'nin daha verimli işlemesi için çizilen plandaki, Türkiye'yi yirmi bir eyalete ayıran haritayı bugün aynı samimiyet ve yararlılıktaki herhangi bir çalışma için görseler, muhtemelen yine kıyameti koparacaklardır!

Burada daha büyük problem platonik yaklaşımdan ziyade, bu yaklaşımdan doğan aforoz etme opsiyonudur. Aforoz etme hakkı bir kere bir çevrenin eline geçtikten sonra düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi güçleşir. Önceki birkaç yazıda diğer arkadaşların da belirttiği üzere fikrî kısırlık ve genel durgunluk başlar. Kemâlizm'in içi boşalır. Oysaki bizim yapmamız gereken Kemâlizm'in farklı yorumlarının önünü açmak ve bunların verimli bir biçimde etkileşmesiyle ilerleme sağlamak.

Tam da burada karşımıza Kemâlizm'in içeriği ve "olası Kemâlizmler" tartışmaları çıkıyor. Burada öncelikle bir temelde uzlaşabilmeyi önemsiyorum. (Aslında bu uzlaşı ortadan kalkmış da değil ama biraz unutulmuş gibi görünüyor) Bu temeli altı ilke, bütünleyici ilkeler ve genel olarak devrimlerin istikâmeti olarak belirleyebiliriz. Kemâlist olma iddiasındaki kişilerin de bu temelde ihtilâfa düşmesi beklenemez.

Ayrıca bu temelin bize; Kemâlizm'in en derinliksiz, en kuru, en düz yorumunun bile geriletilmediği ve bir şekilde sürdüğü takdirde, uzun on yıllardır yaşadığımız savrulmadan çok daha hayırlı bir süreç yaşatmaya muktedir olduğunu hatırlatmak gibi de bir yararı olacak.

Zira bu durumda; tarım ve hayvancılık temelli millî sanayisi gelişmiş, en az tükettiği kadar üreten, nitelikli teknolojik ürünleri üretebilen, yarattığı istihdamla dengeli nüfus dağılımına sahip, vatandaşları ve özellikle gençler arasında fırsat eşitliği sağlayabilen, sosyal devletin olduğu, mafyatik-tarikatçı toplum yapısının peşinen giderildiği bir Türkiye manzarası söz konusu. Takdir edersiniz ki bu ulaşılabilir 'ideal'i ummakta, talep etmekte öyle aman aman derin teorik tartışmalara, düşünce ayrılıklarına pek de gerek yoktur. İşte buradan bir "ideolojik bilinç" üretilmesi ve yayılması önemli bir önceliğimiz olmalı.

Söz konusu 'ideolojik bilinci', genel toplumsal gerekliliğinin, toplumdaki kanserli düşünceleri gidermesinin yanı sıra "Kemâlizmler" arası bir mutabakat zeminin diri tutulması olarak da önemsiyorum. Tartışılamaz, bir adım gerisi kabul edilemez, zerrece taviz verilemez bir mutabakat zemini. Bunun ne derecede hayati önemi olduğunu geçtiğimiz birkaç on yıldan edinilen tecrübe gösterir. Erhan'ın Kemalizmin Soğuk Savaş Tecrübesi / Sağ Kemalizm Üzerine Bir Deneme kitabı için yazdığı değerlendirme yazısında kısaca özetlediği gibi gerçekten de Türkiye siyâsî tarihinin önemli bir özeti; sağ Kemâlistlerin, sol Kemâlistleri, anti-Kemâlistlerin de sağ Kemâlistleri tasfiye etmesi şeklindedir. Söz konusu bir mutabakat zemini, bunun böyle olmasının önüne geçebilir, bambaşka bir senaryonun yaşanmasını sağlayabilirdi.

Tabii gerçekçi bir gözle bakacak olursak, bu ilgililerin potansiyelini çok aşar ve fazla hayalci bir varsayım olur. Ancak bundan sonrası için bunu göz önünde bulundurmanın, hele de mevcut tecrübelerimiz ışığında bize çok büyük getirisi olur.

İdeolojik bilincin toplum genelinde yayılmasının önemini daha önceki yazılarımda da defaatle vurgulamıştım. Platonik Kemâlizm'in aşılmasıyla geleceğimiz muhtemel yerle ilgili olarak bir kez daha değinmek isterim...

"Evren boşluk kabul etmez" gibi beylik bir lafı kullanma taraftarı değilim ama gerçekten de öyle. 'Düşünce evrenimiz' için de bu geçerli. Bir şeyi olması gereken yere koy(a)muyorsanız, oraya muhakkak başka bir şey konur! Türkiye'de bunun sayısız örneğiyle karşı karşıyayız.

Madımak Katliamı'nı hatırlayalım. 20. yüzyılda Nazilerden sonra ikinci kez insan yakma vahşeti burada görülmüştür. Buradaki yamyam topluluğunun Hitler'in takipçisi olmadığını bildiğimize göre bunların ideolojisi nedir? Cevap çok basit: olması gereken ideolojik bilincin yokluğunda yetişen kanserli düşünceler! Zaten ilkesizliği tescillenmiş odaklardan, dini istismar etmeme erdemini bekleyemezsiniz. En belirgin örneklerini Millî Mücadele'de gördüğümüz üzere, geniş kitlelerin ortak paydası olan dinî değerlerin istismarı, art niyetli çevreler adına daima söz konusu olmuştur. Daha güncel olarak Fethullahçıların tüm faaliyetleri buna örnek verilebilir.

Yine Madımak Katliamı'ndan bu bapta iki önemli örnek var. İlki biraz daha muğlak olarak, bir polis memurunun Madımak Oteli'ne ilerleyenlere hitâben,  üzerindeki üniformayı tutarak "bu olmasa ben de size katılırdım" demesidir. İkincisi ise herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak kesinlikte kayıtlara geçmiş bir olay olarak, merdivenle pencereden Aziz Nesin'i kurtarmak üzere orada bulunan bir itfaiye erinin, Nesin'i çekerek aşağı düşürmesi ve darp etmesidir. Buradan anlaşılıyor ki sade vatandaşın ötesinde, devletin memurunda dahi ideolojik bilinçten eser yok! Günümüzde, bir önceki yazımda belirttiğim üzere bu yoksunluk, gelebileceği en yüksek noktaya sirayet etmiş durumda.

İdeolojik bilincin pratikteki diğer bir yararı da 'devrim ve karşı-devrim' indirgemesini mümkün kılması. Böylelikle birçok teorik detayda ayrışabilecek, ancak en temelde Atatürk'ün devrimci bir önder olduğu hususunda hemfikir olan çevrelerin, Atatürk'ün deccal olduğunu öne süren tümörümsü azınlığa karşı tek yumruk olabilmesine imkân vermesi, buna muazzam bir örnek.

İdeolojik bilinç bahsinin sonrasına, Kemâlizm'in farklı yorumlanması ve "olası Kemâlizmler"e gelecek olursak, Kemâlizm'in ortaya çıkışından çok sonra gelişen yaklaşımlarla Kemâlizm'i kesin olarak nitelememeyi, anakronizme düşmemek adına öneririm. Özellike Soğuk Savaş ikliminde gelişen, keskin sağ-sol ayrımcılığının, kendisinden yıllar önceki bir pratiği kesin olarak kategorize etmesi sağlıklı olmaz. Ancak yine de bu şekilde bakacak olursak her iki yönde izler bulabiliriz.

Mesela Kemâlizm'in tüm milliyetçi tarafları "sağ" olarak nitelenmesine sebep olabilir. Öte yandan 'sınıf savaşımı' temelli olmasa da halk vurgusu, halkın öncelenmesi ve ekonomideki devletçi politikalar "sol" olarak görülmesine de sebep olabilir. Kemâlizm'de baktığımız yer kadar, bizim bulunduğumuz yer de belirleyicidir. Yurt dışındaki tartışmalarda Kemâlizm ciddi bir başkaldırı ve Türk ulusunu inşa etme yönüyle, neredeyse milliyetçilikle eşitlenir. Bu sebeple de daha çok 'sağda' görülür. Ülke içindeki tartışmalarda ise Kemâlizm ekonomide devletçilik, sosyal yaşamda laiklik üzerinden tartışıldığı için daha çok 'solda' görülür.

Ayrıca Kemâlizm'in yapısı itibarıyla da bir muğlaklık söz konusu. Buradan hareketle 'öz'ün sağ mı, yoksa sol mu olduğu tartışmalarına ek olarak; on yıllar içerisinde gelişmiş, somut olarak mevcut birer sağ Kemâlizm ve sol Kemâlizm akımı da var.

Atatürk yöntemini değil, amaçlarını idealize eden bir liderdi. Yöntemi, hayatta karşı karşıya kaldığı durumlara göre değişkenlik gösterdi. Örneğin Millî Mücadele sonrası İzmir İktisat Kongresi'nde alınan kararlar liberalizme yakınken, 1929 Buhranı sonrası devletçilik ve planlı ekonomiye yönelindi.

1 Kasım 1937'de meclisteki "gökten indiği sanılan kitaplar" kısmıyla vurgulanıp, manipüle edilen konuşmasında Atatürk, bu konuya değinir ve tam olarak şöyle der:

Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.¹

Bu konuşmadan çok önce, Nutuk'ta da parti programına yönelik bir soru üzerine Yakup Kadri'nin "doktrine gidersek donarız çocuk" şeklinde aktardığı ifadeye rastlıyoruz:

Yayınladığım programı, bir siyasî parti için yetersiz, kısa bulanlar oldu. "Halk Partisi'nin programı yoktur" dediler. Gerçekten de ilkeler adı altında bilinen programımız, itiraz edenlerin gördükleri ve bildikleri şekilde bir kitap değildi. Fakat temel ilkeleri içine alıyordu ve pratikti. Biz de uygulanması imkânsız düşünceleri, nazarî birtakım ayrıntıları yaldızlayarak bir kitap yazabilirdik. Öyle yapmadık.²

Bu pasajda "uygulanması imkânsız nazarî (teorik) birtakım ayrıntıları yaldızlayarak" kısmını çok önemsiyorum. Zira sadece burası bile Atatürk'ün yöntemi kutsamadan ve esnek tutarak hareket etmesini özetliyor. Bir de olağanüstü gerçekçiliğini vurguluyor. Bu tarihsel de bir zorunluluk aslında. Baktığımızda tüm devrimlerin bir yola çıkış haritası veya ideolojisi var. Bizim devrimimiz dışında neredeyse tamamının... Bizde devrim önce gelip ideolojiyi doğuruyor. Sonuç olarak da böyle bir yöntem gelişiyor.

Celâl Şengör, Atatürk'ün yöntemini Popper'ın eleştirel akılcılığıyla benzeştiriyor. Bu sadece Şengör'ün görüşü değil, gerçekten de muazzam bir benzerlik söz konusu. Ayrıca yine teorinin pratikten sonra geldiği bir durumla karşı karşıyayız. Yani Şengör'ün de belirttiği üzere, Atatürk'ün yöntemini işletip, tüm işlerini hallettiği 1935 yılında Karl Popper bu yöntemi önereceği Logik der Forschung (Bilimsel Araştırmanın Mantığı) adlı eserini yeni yayımlıyor.

Celâl Şengör, Popper'in belirlediği bilimsel yöntemi ve Atatürk'ün yöntemini sırasıyla şöyle ifade ediyor:

Bilimsel Yöntem

1. Problemin saptanması

2. Problem çözümü için bir varsayımın uydurulması

3. Varsayımın çıkarımlarının gözlemle denetlenmesi

4. Gözlemlerle çelişiyorsa varsayımın terk edilmesi

5. Genişlemiş gözlem temeliyle uyumlu yeni bir varsayımın uydurulması

6. Yeni varsayımın çıkarımlarının gözlemle denetlenmesi

7. Dördüncü ve sonraki aşamaların sırayla tekrarı

Atatürk'ün Yöntemi

Atatürk, tüm yaşamı boyunca;

1. Önce karşısındaki sorunu iyi tanımaya ve tanımlamaya,

2. Kendisinden önce bahis konusu sorun veya sorunlar için ortaya atılmış çözüm önerilerini iyi öğrenmeye ve bunların başarısızlık ve/veya uygunsuzluk nedenlerini doğru teşhis etmeye,

3. Sorunun veya sorunların çözümü veya çözümleri için uygun varsayım önerileri üretmeye, 

4. Kendi önerdiği varsayımlara körü körüne asla bağlanmadan onları en acımasız bir şekilde gözlem raporlarıyla denetlemeye

5. Başarısız olduğuna inandığı varsayımlarını derhal eleyerek, yerlerine yeni gözlem temelini de dikkate alarak yeni varsayım önerileri üretmeye,

6. Bu yeni varsayım önerilerini de daha önceki varsayımlar için yaptığı gibi gözlem raporları ışığında denetlemeye büyük özen göstermiştir. Bu yöntem, Atatürk'ün işlerini neredeyse bitirdiği yıllarda Karl Popper'in tüm dünyaya gösterdiği gibi, doğa bilimlerinden bildiğimiz, bilimsel yöntemin ta kendisidir.

Genelde Atatürk'le ilgili olarak olumlu veya olumsuz aynı lafların tekrarlanması, kısır tartışmalar ve tarihî bilginin boğuculuğuyla ıskalandığını düşündüğüm en önemli kısım tam olarak da budur; Atatürk'ün yöntemi...³

Buraya kadar her şey gayet iyi ama buradan itibaren bir programsızlaşma ve retorikleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Bunu Kemâlizm'in kan kaybetmesi ve etkisizleşmesi izliyor.

Ayrıca eklemek isterim ki Popper özdeşleştirmesiyle, Kemâlizm'i yönlendirmek üzerine iki çizgiyle karşılaşıyoruz. Bunlar 'bilimsel nitelik' ve 'siyâsî olanın reddi' gibi bir yaklaşımla yukarıda belirttiğim gibi retorikleşmek ya da sağa yönelmektir. Zira Popper, tanınmış bir anti-Marksist olarak liberalizmin önemli bir temsilcisidir. Bu da bizim kullandığımız ideoloji tayfının sağında yer alır.

Bizim günlük hayatta alışkın olduğumuz üzere, siyâset biliminde "ne sağ ne sol" gibi bir konum pek mümkün değil. Herhangi bir yaklaşım, düşünce, söylem,  sağ-sol ekseninde ılımlı veya radikal olarak muhakkak bir noktaya denk düşer. Zaten bu değerli bağdaştırmayı yapan, bu durumu gün yüzüne çıkaran kişi olarak Celâl Şengör'ün şahsî fikirlerine baktığımızda da bu eğilimi görürüz. Teorik olarak ufuk açıcı şeyler söyleyen Şengör, pratikte Kenan Evren'i dahi aklayan bir anlayışa sahip. Buna ister 12 Eylül Atatürkçülüğü deyin, ister NATO Atatürkçülüğü, isterseniz de sağ Kemâlizm.

Genişçe bir entellektüel çevrenin retorikleşmenin ve bunun dışındaki sağ-sol ayrımı kaçınılmazlığının farkında olarak uzun yıllar önce dahi çıkış yolları aradıklarını görüyoruz. Örneğin Enver Ziyal Karal, Şevket Süreyya Aydemir'in de bulunduğu bir davette 'doktrin' meselesine şöyle değiniyor:

Üç şey beraber giderse Atatürk ortaya çıkar: Atatürk-Türk Devrimi-Atatürk Doktrini

Bir Atatürk Doktrini var mıdır?

"Yoktur" deniliyor. Ben var olduğunu görmek istiyorum; onun için izin verirseniz, daha çok bu konu üzerinde duracağım.

Şevket Süreyya Bey, haklı olarak hatırlattılar: Atatürk "Ben doktrin adamı değilim" demiş. Bunu ben de kabul ediyorum; ama ne vakit, ne münasebetle söylemiş?

Evet, Atatürk İlkeleri nedir? İlke, bir fikirden daha başka bir şeydir; kalıplaşmış bir fikirdir. Donmuş mu? Hayır. Kalıp, mutlaka donmak demek değildir; ama bir biçim almak demektir. İlkenin devrim ile ilişkisi elbette vardır.

Ne kadar problemi sezmiş olsa da Karal'ın bu değinmesinin veya diğer çeşitli vurgularının yeterli etkileşimi ve ilerlemeyi sağlaması tabii söz konusu bile değil. Kendisini o dönemde daha sonra Yön Hareketi etrafındaki bazı çalışmalarda görüyoruz. Bu yönde özellikle Uğur Mumcu'nun deyişiyle tek başına bir akademi gibi çalışan kişi gerçekten de Yön dergisinin, akımının kurucusu ve derginin başyazarı Doğan Avcıoğlu'ydu.

Avcıoğlu sol Kemâlizm'in geliştirilmesine öncülük etti. 1960'ların güçlenen sol rüzgârıyla Avcıoğlu, samimi bir fikirsel bütünlük inşa etmeyi başardı. Burada samimiyeti özellikle önemsiyor ve vurguluyorum. Zira yukarıda da belirttiğim üzere her ne kadar Kemâlizm'in özünden kaynaklı bir muğlaklık, yöntemin kutsanmaması ve dogmalaştırılmaması sebebiyle bir genişlik varsa da istisnasız her şey bu genişliğe sığdırılabilecek durumda değil. Daha açık olarak söyleyeyim: herkes Kemâlist olmak zorunda da değil.

Yani Türk solunda pek çok kez rastlandığı üzere, toplumda taraftar toplaması mümkün olmayan, hayattayken Atatürk'ün açıkça karşı durduğu görüşlerin, Atatürk'e ve onun anlayışına yakın gösterilerek sunulması, en temelde ahlâken yanlış ve sağlıklı da değil. Bunlarla bir yere varılamayacağı da on yıllar süren tecrübelerle sabit. Avcıoğlu, bu gibi girişimlere zıt olarak, çok daha özgün ve sarih bir bütün ortaya koyması sebebiyle değerli bir örnek.

Toparlayacak olursak, Platonik Kemâlizm'in aşılması -ki kavramlaşması bu aşılmanın önemli bir başlangıcıdır- kuşkusuz en öncelikli görevlerimizden birisi. Ancak bu aşma sonrası geleceğimiz yerde önemli bir problemle karşılaşıyoruz. Bu Platonik Kemâlizm'in görünürde de olsa sağladığı temelin yitirimiyle meydana gelen boşluk ve onu takip edecek "gerçek Kemâlizm" tartışmalarıdır. Burayı son derece kritik buluyorum. Zira en temelde belirli bir mutabakat zemininden yoksun tartışmalar zaten olması gereken yerde olmayan çizgimizi daha da geriletir. Dolayısıyla naçizane Kemâlizm iddiasında olan tüm çevreler adına bir temel, buradan devşirilen bir ideolojik bilinç, onun da ilerisinde Platonik Kemâlizm'in aforozculuğundan arındırılmış, daha üst teorik tartışmalarla ilerlemeyi öneriyorum.

2 Mustafa Kemâl Atatürk, Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2016, s. 486
3 Celâl Şengör, Dâhi Diktatör, Ka kitap, İstanbul, 2014, s. 26-27
4 Enver Ziya Karal, Atatürk ve Devrim, ODTÜ Yayıncılık, Ankara, 2003, s. 148

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder