8 Mayıs 2020 Cuma

Kaçınılmaz Bir Kaçış Denemesi-II: TARİHSELLİK

VectorStock
Kaçamayacağımız bir diğer fenomen, tarihsellik... Tıpkı ego gibi tarihsellik de her yanımızı saran bir yanılgılar yığınına hapsediyor bizi. Egodan daha berbat olan tarafıysa; ego örneğinde en azından diğer insanları referans alarak bu soyut boyunduruktan bir nebze kurtulmamız mümkünken, tarihselliğin mevcut tüm hacmi kuşatarak bize bunun için pek imkân vermemesidir. Elbette hiçbir yöntemimiz yok değil. Tarihin farklı zamanlarını klasik anlayışlardan daha incelikli bir şekilde okuyabilmek ve böylelikle günümüzün pek de evrensel bir tarafının olmadığını kavramak iyi bir girişim olabilir.

İçerisinde bulunduğumuz zaman aralığı her şeyiyle bizi kuşatıyor. Tekil anlamda hiçbirimize bağlı olmayan, ancak hepimizi bağlayan bir ruh yaratıyor. Bunun bize edindirdiği her türlü inanışı, düşünceyi ve fikri de mutlak geçerlilikte zannediyoruz böylelikle. Burada bahsettiğim şey genelde olduğu gibi sadece öyle ideoloji falan değil, egoda da böyle değildi zaten. Çok daha geniş bir algılamadan bahsediyorum. Bu algılamayla çoğu kez farkında bile olmadan kapılıp gidiyoruz. Buna da mahkûmuz açıkçası. Öyle ilginç bir şey ki söz konusu olan, her seferinde elde edilen ilerlemeyle, eskinin eksik veya yanlış tarafı kolayca görülüyor. Ancak bu sefer de yeniye sanki son ve en mükemmel olanmış gibi bağlanılıyor. Tabii ki bu durumun farkına varılarak çabuk ve sunî bir ilerleme kaydedilemez. Bu imkânsızdır. Zaten bu sebeple bu kaçınılmaz kaçış denememizin, başarısız olması da kaçınılmazdır.

İnsanlar tarih boyunca şu anda bize komik gelecek pek çok şeye inandılar. Hadi çok günümüzde sürmekte olan kısımlara girmeyeyim de şöyle bir Eski Mısır'ı düşünelim. O mimari harikası piramitlerin yanı sıra, firavunların inanışları, rahipler, başrahipler, onların yaptığı (iddia edilen) sihirler, din anlayışları, hattâ basbayağı insan olan firavunu tanrı kabul etmeleri, komik değil de nedir? O günlerde hayatın şekillenmesine birinci dereceden etki eden bu şeylerin tümünün şu anda 'tarih bilgisi' olmasının dışında en ufak bir değeri olabilir mi? Mümkün görünmüyor.

Babil'in en ünlü kralı Hammurabi, -hani şu küçükken "hamur abi" diye dalga geçtiğimiz tandır kokulu adam- ilk olmasa da önemli bir anayasal ilerlemeye imza atıyor mesela. O güne kadar hep böyle manevî temele dayalı, 'rahip-kral' gibi bir figürü reddedip, askerî temele dayalı bir rejim ortaya koyuyor. Bu belki bir önceki şekli benimseyen kimselerin hoşuna gitmese de sonuçta yeterli erk sağlandığı zaman yürüyor. İster istemez de yeni bir anlayış getiriyor. Bir yönüyle ufuk açıyor. "Demek ki böyle de olabiliyormuş" dedirtiyor insanlara.

Neredeyse her toplulukta işler asırlarca böyle gülünç inanışlarla ve 'değerlerle' ilerledi. Bunlar belirli bir düzen tesis ettiler ve yararlı da oldular tabii. Ama dediğim gibi her birisi o dönem için tarihsel bir perspektifle insanlığın geldiği son noktaydı, gerekli bir düzendi ve belki de pek çokları için en doğru düzendi. Günümüzde en azından aklı başında insanlar, bir ailenin ülkeyi/dünyayı yönetmek adına özel ve tanrıdan torpilli olamayacağını bilirler ve bu tamamen akıl dışı, anti-demokratik bir şeydir. Ancak dikkat ederseniz günümüzde de kötü bir niteleme adına direkt "anti-demokratik" kullanılabiliyor. Yani "demokratik" olan peşinen kabul edilmiş olarak "iyi" demek oluyor, belki de  "olması gereken", "olabilecek en iyi" ve "ideal" anlamlarına da geliyor.

Yine bir inanışa geliyoruz aslında. Demokrasi inanışı! Kırk dereden su getirip samimiyetsiz bir demokrasi eleştirisiyle bunu geriletip, yerine çağ dışı teokratik-monarşi getirme sevdalısı olmadığımı açıklamama gerek yok diye düşünüyorum. Yani Refah'ın gençlik kollarını tipik bir üyesi olmadığımı beni yakinen tanıyanların bildiği gibi diğerleri de yıllardır yazdıklarımdan anlamışlardır herhalde.

Günümüzde eskisinden çok daha iyi niyetli, nitelikli, ilerlemeci demokrasi eleştirileri de yok değil. Ancak dediğim gibi "bugüne kadarkiler yıkılarak bir yenisi geldi bunu da derhal yıkalım" gibi bir anlayışla ilerlemek mümkün değil. Aksine bu çocukça bir düşünce olarak görünüyor. Dolayısıyla bir şeyi fark edip, eylemsel safhaya kolay kolay geçemediğimiz bir durum söz konusu. Yukarıda bahsettiğim gibi ve tıpkı ego bahsinde de olduğu gibi.

Tarihselliğin etki alanları epey çeşitli. Yani aklınıza her ne gelirse, orada tarihselliğin olması kuvvetle muhtemel. Devlet yönetimi, sosyal ilişkiler, kadın-erkek ilişkileri de buna dahil. Şu anda size en erkeksi, ağır başlı, karizmatik (veya artık o her neyse) gelen bir özellik, yüzyıllar önce kadınlara özgü olabilir. Bunun tersi de geçerli.

Yuval Noah Harari, dünyada ses getiren eseri Sapiens'te, Fransa Kralı 14. Louis üzerinden 18. yüzyılda erkeksiliği tanımlıyor ve Louis'in portresini paylaşıyor.¹ Buna göre Kral Louis; belindeki büyük bir kılıç ve pelerinine ek olarak, uzun bir peruk, uzun çoraplar, topuklu ayakkabı ve dansçı duruşuyla görülüyor. Bugün bunların bir erkekte erkeksilikten çok neye yorulacağını herhalde tahmin edersiniz. Ancak o zaman öyle değildi. O zamanlar tıpkı doğada da olduğu gibi daha gösterişli olan ve karşı cinse kendisini beğendirme kaygısı güden erkekti. Bu sayılanlar da inanması bugün çok güç olsa da bir erkeği heybetli ve saygın gösteren şeylerdi. Dolayısıyla da şu anda bize çok absürt gelen böyle bir imaj söz konusuydu. Sonra Harari'nin de anlattığı üzere çeşitli sosyolojik süreçlerle bu eklentiler, erkekten bir bir kadına geçti.

George Orwell, Sosyalizm ve İngiliz Dehası adlı denemesinde ülkelerin ve ulusların özgünlüğüne değiniyor. Sonra da bu özgünlüğün kendi içerisinde bile ilginç bir şekilde değiştiğini belirtip şunu ekliyor:

1940 İngilteresi'nin 1840 İngilteresi ile ortak özelliği ne olabilir ki? Peki ya sizin, annenizin şöminenin üzerine fotoğrafını koyduğu beş yaşındaki çocukla ortak özelliğiniz nedir? Aynı insan olmanız haricinde hiçbir şey.²

Orwell'ın bu değinmesiyle, bir kez daha mekânın ve zamanın insanı yeniden yarattığı gibi dümdüz bir gerçeklikle karşı karşıya kalıyoruz. 19. ve 20. yüzyıl arasındaki Avusturya'yı düşünelim. Dünyayı her yönde etkileyecek norm dışı insanların neredeyse tamamının yolu burada kesişti. Viyana'da iyi bakılmış atların, nallarıyla dövdüğü zeminden çıkan tok seslerin, kırbaç seslerinin duyulduğu, göze estetik gelen faytonların dolaştığı taş sokakların bir ruhu vardı. Buradaki en üstün ve dünyaya yön vermiş kişinin bile bu ortamdan daha ileri, farklı bir dünya tahayyülü düşünülebilir mi? Sanmıyorum.

Teknolojinin ilerlemesiyle bu söz konusu ruh çok daha hızlı yenileniyor ve yavaş da yenilense, günümüzdeki gibi giderek hızlansa da her değişim bambaşka bir algılayış, kavrayış yaratıyor. II. Dünya Savaşı'ndan sonra ABD'de (hattâ ABD'nin içerisinde fiilî anlamda savaş olmadığı için daha öncesinden de alabiliriz) pekişen ruhu düşünelim. Eğlence mekânlarıyla, şimdiki estetik anlayışımıza nazaran geniş kesim takım elbiseleri ve fötr şapkalarıyla, purolarıyla, klasik arabalarıyla bir bütündü bu. Hattâ öyle ki şu anda bize gördüğümüz yerde nostaljik ve hoş bir his yaşatan o ögelerin, teknolojik olanlarının bir bağı vardı adeta. O yusyuvarlak araba farlarını düşünün. Aynılarından traktörlerde ve birer tane motosikletlerde de vardı. O "geniş kesim" tandanslı araba kaportalarının, dönemin uçaklarının gövde yapısıyla açıkça bir akrabalığı olduğunu kim reddedebilir?

Bunu tanklarla, trenlerle, ağır piyanolarla, çakılarla, radyolarla ve o tombul veya gereğinden büyük telefonlarla çoğaltabilirsiniz. Bu tamamıyla bir ruhtu. Günümüzde tabii bu ruh, dediğim gibi çok daha hızlı dönüşüyor. On yıl kadar önceki yaşantımız, epey hantal, estetiksiz ve inceliksiz görünüyor gözümüze. Sadece o "çıt" "çıt" eden tuşlu telefonları demiyorum, saç imajlarımız, yırtık kot pantolonlarımız ve muhtelif tercihlerimizle yine bir bütün söz konusu. Sadece on yıllar da değil, bunu hayatımızın içerisindeki çok kısa dönemlerde de hissedebiliyoruz artık. Aylarca kullandığımız spor salonundaki aletlerin bize normal ve tam "olması gereken" gibi gelmesi ancak yenilerine alıştıktan sonra haftalar içerisinde bu aletlerin kaba ve verimsiz gelmesi gibi bir şey bu. Tüm bunlar aslında nesneyle ilişkimizden çok daha ileri bir şeyi, bir kavramayı ifade ediyor. Diğer bir deyişle hayatı anlamayı.

Felsefedeki bitmez muhabbetlerden birisidir filozofun zamanının sorularıyla ve sorunlarıyla meşgul olduğu. Bu elbette ki kaçınılmazdır, başından beri söylüyorum. Ama bunun da ötesinde bir şeyler olabileceğini net olarak zihnimizde oturtamasak da en azından hayal edebiliriz. Mağara duvarındaki gölgeleri görmek gibi.

Konu yine epey soyutlaştı. Sizleri sıkmamak ve meramımı daha iyi anlatabilmek adına bir örnek vereyim. 1980'ler itibarıyla Doğu Almanya'yı düşünelim. Hattâ burada sadece bir genci hayal edelim. Dünyayı nasıl algılardı dersiniz? Muhtemelen bıkkındı. Hayatta en son görmek istediği şeyler orak-çekiç veya pergel-çekiç sembolüydü. Küçüklüğünden beri okullarda ve hayatın diğer alanlarında çeşitli vesilelerle kendisine söyletilen tüm marşlardan ve yürüyüşlerden sıkılmıştı. Bunların kalıplaşmış aptalca şeyler olduğunu düşünüyordu. En "solcu" olduğu ihtimalde bile "özgürlükçü" çizgiye daha yakın olarak, kendi sosyalizmini tanımlayıp, devletin sosyalizmini sadece ritüellere indirgenmiş arkaik bir şey olarak görmesi çok olasıydı.

Özellikle mesele ideolojiyse, zihnin dışarıdan verilenleri alması görülmüş şey değildir. Büyük bir incelikle en sade hâlini belki alabilir. Üzerini kendisi tamamlar.

Ama yüksek ihtimalle bunlardan da uzak olarak hamburgerin tadını merak ediyor, kola içip, ciklet çiğnemek, kot pantolon giymek ve hayatın diğer tüm renklerini görmek istiyordu. Bunları ayıplamıyorum. Son derece de insanî şeylerdir. Ancak alabildiğine tarihsellerdir de kaçınılmaz olarak.

İlla tek taraflı bakmayalım, günümüz dünyasında yirmi dört saatinin yarısını (ve belki daha fazlasını) işine ve işiyle ilgili ulaşıma harcayan bir genç için de çeşitli şeyler söyleyebiliriz. Buradaki hayalî karakterimize de yukarıdakinin tam aksine orak-çekiç sembolü umut verici gelebilir. Şu anda pek hissetmesek de aslında bu da bal gibi tarihseldir. Bağımsız bir algılayıştan alabildiğine uzaktır.

Bunun farklı örneklerini tarihte de görebiliriz. Hattâ bu kadar tarihsel tecrübenin olmadığı dönemlerde çok daha iç burkan ve dar perspektifli versiyonlarını. Feodal düzende bir köylü ne hayal edebilirdi ki? Muhtemelen sonsuza dek insanların tarlalarda çalışacağını ve sonra da kıyametin kopacağını düşünüyordu. Aslında günümüzde pek çoklarının durumu da bundan farksız. Pandemi tartışmaları ve sistem ilişkisi konuşulurken "yok artık canım kapitalizm biter mi hiç" çıkışları da bu yüzden. Daha ötesini hayal etmeleri söz konusu dahi değil çünkü.

1 Yuval Noah Harari, Sapiens, Kolektif Kitap, Çev. Ertuğrul Genç, s. 157
2 George Orwell, Neden Yazıyotum, Sel Yayıncılık, Çev. Levent Konca, s. 19

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder