Coğrafî, ırkî, kültürel, ekonomik veya herhangi başka bir toplumsal aidiyetimizin ideolojimize direkt yansıdığı bilinen bir durum. Hattâ daha önce bir yazımda belirttiğim üzere buradan doğan da bir paradoks var. Yani konumumuz ideolojimizi belirliyor, ideolojimizin de diğer ideolojilere göre çok daha doğru ve geçerli olduğunu savunuyoruz. Oysaki bunu bilimsel saikler değil sadece konumumuz belirliyor ve de seçmek gibi bir lüksümüz yok. Dolayısıyla da seçmediğimiz, direkt maruz kaldığımız bir şeyi, bin bir incelikle seçmişiz gibi onun "en doğru" olduğu iddiasıyla savunuyoruz.
Bu bir yerde zorunluluk da tabii. Reddedemeyeceğimiz bir aidiyet bağı aynı zamanda savunmak zorunda olduğumuz değerlerin göstergesidir. Bunu aydınlanmacı düşünürlerden Claude Adrien Helvetius çok anlaşılır bir biçimde örnekliyor. Helvetius'a göre çayırlardaki otların üzerinde yaşayan böceklere göre koyunlar korkunç birer canavardır. Zira gün boyu otları yiyip duran koyunlar, farkında bile olmadan küçük böcekleri de öğütüp midelerine indirirler. Yine aynı böceklerin perspektifinden koyunlara saldıran kurtlar veya diğer yırtıcılarsa iyi birer kurtarıcıdır. Basit ama gerçekten tatmin edici bir örnek.
Günümüzde de bu konum (veya perspektif) farkının olayları yorumlaya olan etkisini pek çok yerde görürüz. Mesela her fırsatta ABD'nin Ortadoğu'da Sünnî-Şiî ayrımını yapay olarak nasıl körüklediğini ve bunun nasıl bir şeytanî oyun olduğunu vurgulayan neo-Osmanlıcı çevre; aynı zamanda II. Abdülhamid'in Yunan kilisesine karşı, Bulgar kilisesini geliştirip, karşı karşıya gelmelerini sağlayarak nasıl bir 'siyâsî deha' örneği sergilediğini ballandıra ballandıra anlatmayı pek seviyor. İşte bu konuma göre değişen değerlendirmeye gayet uygun bir örnektir.
Burada kuşkusuz bir "benim düşüncem" imtiyazı da söz konusu. Yani birkaç yazı öncesi ego bahsinde değindiğim veya Hegel'in mühim bir kavramı olarak özbilincin yokluğu temelli bir yanılsama. Bu insan olarak kaçamadığımız berbat bir çekim. Ancak kaçmaya çabaladığımız ölçüde artan bir değer de söz konusu. Yine tam da buradan bir şey daha peydahlanıyor; ütopik bir apolitiklik. Özellikle Türkiye gündeminin şu an geldiği nokta da buna çok müsait. Son yirmi yılın yorgunluğu ve onun da öncesinden gelen sağ-sol çatışması konulu sohbetler güzel bir malzeme kaynağı sağlıyor. Bu da "diğerleri ideolojik ben bilimselim", "ne sağcıyım, ne solcu" gibi popülist söylemleri yaratıyor. Farkında olunmasa da yine en başa dönülmüş ve hiçbir yere varılamamış oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder