Girizgah
Son derece zengin, köklü hatta yaşlı ve bir o kadar da
dinamik bir coğrafyada yaşıyoruz. Coğrafya diyorum çünkü bu özellikler ülke
sınırlarımızı da aşıp, komşu ülkeleri içine alan ve hatta bir anlamda bu güncel
sınırları da pek tanımayan, yer yer oldukça belirsiz geçişler gösteren bir
bölgeye ait.
Bölgemizde yaşanan olaylar büyük ölçüde dünya gündemini
belirliyor, bu bugüne has bir durum değil, dün de böyleydi ondan önce de, çok
büyük ihtimalle, yarınlarda da böyle olacak gibi görünüyor. Biz de bu bölgede
yaşayıp, rahat nefes almak istiyorsak, dinamizmimiz daha başka konulara kaysın,
savaşın, kanın ve ölümlerin haricinde bir gündemimiz ve hareketliliğimiz olsun
ve refah içinde insanca yaşayalım istiyorsak, hiç şüphesiz kendimizi,
kültürümüzü yani daha temelde tarihimizi çok iyi bilmek zorundayız.
"Peki ama tarih nedir? Nasıl öğreneceğiz? Neye nasıl
bakacağız?" diyorsanız, gelin "tarih" denilen kavramı beraberce
incelemeye çalışalım..
Öncelikle Türk Dil Kurumu'na göre iki önemli tanımı mevcut,
önce bunlara bir göz atalım;
- Toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan,
olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki
ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri,
her milletin kurduğu medeniyeti inceleyen bilim
- Bir konuyu geçmişi ve gelişimi içinde inceleyen anlatım
Genel olarak bakıldığında tarih, sosyal bilimler
kategorisinde incelenir. Yine de varlığı azımsanmayacak bir karşıt görüş,
tarihin bilim olmadığı yönündedir ve bu görüşe sahip önemli tarihçiler de
mevcuttur. Tabi burada tarihin bilim olmadığını iddia ederken, bu iddia bir
bilimdışılığın yahut yetersizliğin ifadesi değil, bilimüstülüğün tarifidir. En
başında bunu çok iyi anlamalıyız.
Bu tanımlamaların dışında kalan ve toplumun genelinin belki
de ortak görüşü olan geçerliliği daha düşük, hatta geçersiz bir tarif de
tarihin bir kronolojiler yığını ve bizi ilgilendirmemesi gereken sıkıcı
hikayeler topluluğu olduğudur. Bu tarifin sebebi de büyük ihtimalle, diğer
birçok yanlışın da temel sebebi olan eğitim sistemimizdir. İlkokuldan
üniversiteye kadar tarih dersi gören, buna rağmen tarihle ilgili pek az şey
bilen insanların bulunduğu bir ortamda eğitim sistemini yermek pek de isabetsiz
bir hareket olmasa gerek.
Tarihin ne olduğuna geri dönecek olursak, kısa bir ifadeyle
tarih; İnsanoğlunun hikayesidir. Bu hikaye, insanın "insan" olduktan
sonraki tüm gelişimini kayıt altına almış veya mevcut kayıtları bir araya
getirip bir bütün oluşturmaya çalışmıştır. Yukarıda da bahsettiğim gibi bu
bütünün, bu hikayenin bir görünümü de o kronolojilerin yığını, belirli
zamanları ifade eden rakamların çirkin bir kalabalığı gibi görünebilir. Ancak
bu görüntünün ötesindeki o hikayeye ulaşmamız ve onu olabildiğince iyi
anlamamız gerekiyor.
Tarih bize; ilk yazılı barış antlaşması olduğu düşünülen
Kadeş Antlaşması'ndan, Lozan Barış Antlaşması'na kadar uzanan o silsile
hakkında, birçok ilke imza atan ilk uygarlık Sümer'deki sosyal yaşam hakkında,
oluşumundan günümüze dinler hakkında, İstanbul'un tarih boyunca el değiştirmesi
ve son işgalden nasıl kurtarıldığı hakkında, Roma devletlerinin yapısı ve
Osmanlı İmparatorluğu'nun neden III. Roma Devleti olduğu hakkında, Cengiz Han
ve Moğollar hakkında, Çinliler hakkında, İngilizlerin üzerinde güneş batmayan
imparatorluğu hakkında, ABD'nin oluşumu ve bağımsızlığı, içerisindeki çete
kavgaları hakkında, Fransız İhtilali'nin meydana gelişi ve günümüzde dahi
etkili olduğu meseleler hakkında, Atatürk-Lenin dostluğu hakkında, Nazizm ve Hitler hakkında, Stalin-İnönü temasları hakkında, hatta
ve hatta olası bir Menderes-de Gaulle görüşmesi hakkında bilgi verir. Bilgi
vermenin de ötesinde tüm bu girift yapıdır. Dediğim gibi türümüzün hikayesidir.
Tarihi niçin iyi bilmemiz gerekiyor?
Yukarıda da anlatmaya çalıştığım üzere tarih aslında tarihten
fazlasıdır. Hayatın ve bilinen yaşanmış hayatların tümünü kapsar. Bu sebeple
kişilere göre branş veya ihtisas alanı dağılımında sadece bir alan olmaktan çok
bir anlamda hepsinin toplamıdır. O yüzden tarihi bilmek; sistemi, ekonomiyi,
siyaseti, kültürleri, toplumları ve bunların etkileşimlerini bilmektir.
Şimdi genel anlamda şöyle bir baktığımızda bizi dünyadaki
diğer canlılardan ayıran şey tartışmasız aklımız ve bu aklımızın da bize
verdiği farkındalıktır. Biz herşeyin farkındayız; dünya dönüyor, zaman
ilerliyor, canlılık sürüyor. Peki ya diğer canlılar neyin, ne kadar farkında?
Görünüşe göre sadece oluştuklarından beridir kazandıkları içgüdüleri hareket
etmekte, tür içi ve dışı mücadelelerini sürdürerek üremekteler. Bizim gibi bir
farkındalığa son derece uzaklar. Peki bizim, yani insanların arasındaki farkındalık
düzeyi aynı mı? Asla değil. O zaman bazılarımız daha fazla mı insan oluyor?
Evet bir anlamda öyle.
Bizi insani özelliklerden uzaklaştırıp, robotlaştıran
sistemde, popülist kültürde "insan"lığımızı değil ilerletmek,
muhafaza etmek bile son derece güç. Tabi bir yandan da farkındalığımızı
arttırarak mükemmel olmasa da daha iyi, belki mükemmele yakın sistemler
geliştirmemiz mümkün. Ancak burada bir paradoks da yok değil. Yani popülizm ve
sistemin diğer yozlaştırma araçları toplum olarak seviyemizi aşağıya çekip bizi
daha iyi atılımlar yapmaktan alıkoyuyor. Sözün özü sistem, sistemi geliştirmeyi
engelliyor.
Diğer bir açıdan biz ve bizim gibi ülkelerde tarihin iyi
bilinmesi, bölgenin geriliminden sıyrılmada çok önemli bir yer tutar.
Türkiye'de ancak ezbere ecdatçılık yapmayan ama ecdadını iyi tanıyan nesiller
çözüm üretebilir ve bu çözümler gayet sağlıklı olur. Aksi mümkün değildir.
Sanatının yanı sıra önemli bir gezgin olan Barış Manço'nun da dediği gibi bizim
artık "yurtdışı"nın hatta dünyanın Avrupa ve Amerika'dan ibaret
olmadığını öğrenmemiz gerekiyor. Yani; Halep'i, Şam'ı, Rakka'yı, Musul'u,
Erbil'i, Tahran'ı, Tebriz'i, Riyad'ı, Kıbrıs'ı bilmemiz şart, bu yerler bizim
önemli komşularımız ve bir kısmı da eski topraklarımızdır, "hedefimiz
oraları işgal etmek olmalı" demiyorum kesinlikle, ama bu bölgelerde bir
söz söylenecekse bunu biz söylemeliyiz, bölge insanlarının dışında bir varlık
olacaksa bu yine en başta biz olmalıyız bu bizim en doğal hakkımızdır.
Kısacası, bir önceki paragrafta belirttiğim gibi sistemi
geliştirmek için de, bölgemizde yerimizi muhafaza etmek ve daha da
sağlamlaştırmak için de tek yol tarihi iyi bilmekten geçiyor. Bu bağlamda yine
yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi "tarihi bilmek" kuru bir bilgiye
sahip olmaktan branş ayrımından öte birşey olarak bir standart olarak, bir
vatandaşlık bilgisi olarak karşımıza çıkıyor. Bu sebeple de bu tür okumalara
girişen kişilere "tarihe ilgili" demek her ne kadar basit bir olay
gibi görünse de çok isabetsiz bir yaklaşımdır. Bu tür okuma-araştırma faaliyetleri
içerisinde olan kişi olsa olsa bilinçli bir vatandaş, aklı başında bir insandır
ve bu şekilde anılmalıdır.
Tarihi ne şekilde okumalıyız?
İyi bir giriş yaptık. Tarihi tanımlamaya çalıştık. Tarihi
niye iyi bilmemiz gerektiğini konuştuk, şimdi sıra tarihi nasıl okumamız
gerektiğine geldi. Bana kalırsa önce tarihi okunulacak coğrafya ve tarihinin
aralığı iyi belirlenmeli ve ana okumalar bunun üzerine bina edilmelidir.
Örneğin biz yukarıdaki anlatımları da baz alarak Fransız İhtilali'ni ve Modern
Batı'nın tarihini (öncül dönemleriyle beraber) odağa yerleştirip,
oradan günümüze doğru farklı kaynaklardan beslenen, kaynaklar arası mukayeseden
de yararlanan okumalar yapabiliriz. İşte o zaman "halk ağır vergiler
altında eziliyordu" klişesi bizim için klişe olmaktan öte bir olguya
evrilir ve bunu çok daha iyi özümseriz.
Bunun yanı sıra ben önce kronoloji okuyup, bunu hatırda
kalacak ölçüde uygulayıp, belirli durak noktaları belirleyerek ana iskeleti oluşturmayı ve sonrasında bir
yandan bu iskeleti daha da sağlamlaştırırken bir yandan da içini doldurmayı çok
verimli buluyorum. Tabi kronoloji deyince, bu akışa hakim olmakta da her an
sözlü sınava tabi tutulacakmış gibi bir tarih ezberi de yersiz ve zorlama olur.
Uzun okumalar sonucu bazen birkaç cümlelik öz düşünceler bile bir dönemi gayet
sağlıklı bir şekilde ifade edebilir.
Tarih, başlıca; zamana (İlkçağ Tarihi,
Ortaçağ Tarihi gibi), mekana (Asya Tarihi, Avrupa Tarihi gibi) ve konuya
(Siyasi Tarih, İktisadi Tarih gibi) göre ayrılıyor. Ancak bizde revaçta olan
diğer bir ayrımsa "Resmi Tarih" ve "Gayriresmi Tarih"tir.
Birilerinin "Resmi Tarih"ten kasıtları, Osmanlı'nın
çöküşüyle beraber kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin bazı tarihi vakaları
gizleyip, kendi ideolojisini yetiştirmek ve yerleştirmek için çeşitli
çarpıtmalarla taraflı tarih yazımı yaptığıdır. Yine bunun yanında sundukları
"Gayriresmi Tarih" de siyasal islamla yoğurulmuş, genel manada
hainlerimizi kahraman, kahramanlarımızı hain yapmaya çalışan, yada daha yumuşak
olarak ele aldığı yerlerde kahramanlarımızı vasıfsızlaştırıp, 2. hatta 3. takım
kahramanları piyasaya sürmeye çalışan bir anlayıştır.
Resmi Tarih hususunda şunları da söylemeden geçmemek lazım;
objektif bakış, tarihte tabi olması gerekendir, ancak her devletin tarihe yaklaşımı aynı olmaz, çünkü en temelde bulundukları yer ve anlayış farkı vardır. Burada tanrısal bir objektifliğe sahip bir tarih anlatımı
hangi devlette vardır, o da tartışılır.
Gayriresmi Tarih hususundaysa şunları söylemeden geçmemek
lazım; bu yaklaşım özgün olmayıp, sürekli Resmi Tarih'in "anti"si
olduğundan çoğu kez böylesine merak uyandıran, "resmiyet dışı gerçekler",
"üstü örtülemeyenler" gibi başlıkları dolduracak önemli içerikleri de
itibarsızlaştırmak gibi kötü bir etkiye sahiptir. Oysa ki tamamen kabulcü
olmasak da Gayriresmi Tarihten alınacak önemli veriler olabilir.
Dürüst olmak gerekirse bana Resmi Tarih'in varlığını ve orada
doğal bir Gayriresmi Tarih'in de varlığını kabul ettiren kişi Emre Kongar'dır.
Emre Hoca çoğunuzun bildiği üzere ülkemizin yetiştirdiği önemli sosyologlardan birisidir. Onun
"Tarihimizle Yüzleşmek" kitabında başlığını görünce şaşırdığım, sonradan
da hayretler içerisinde kalıp kabul ettiğim bir Resmi-Gayriresmi tarih ikilisi
var evet. Ama nasıl?
Şöyle; başlıca tezi, tarihimizin "Türklük" ve
"İslam" ile ilgili kısımlarda refleksif olarak savunmacı olduğu, onun
da ötesinde bir anlamda mezhepçi ve tarafgir olduğudur. Biraz daha açarsak öyle
zannediyorum herkes için daha da netleşecek..
Türklerin İslam'a geçişi geçişinin kansız ve şiddetsiz bir
şekilde kitleler halinde gerçekleştiği tezi,
(kesinlikle kanlı bir geçiş var)
Yıldırım'a karşı hep ve daima Timur'un kötü olduğu tezi,
(Oysa ki Yıldırım kadar Timur da biziz)
Yavuz'a karşı hep ve daima Şah İsmail'in kötü olduğu tezi,
(Yine Yavuz kadar Şah İsmail de biziz)
Osmanlı'nın kimsenin inancına karışmadığı tezi,
gibi tezler, Resmi Tarih tezleridir.
Oysa ki; ne yazık ki İslam'a geçişimiz de gayet kanlı
olmuştur, Timur ve Şah İsmail'i savunmak veya kötülemek babında yazmak istemem
ama sadece onlara bakarken (şuan benim de yaptığım gibi) bizlere işlenmiş
biz-onlar ayrımı var, halbuki karşımızda Roma imparatorları falan yok, aynı
kökenden geldiğimiz, kullandıkları dil padişahlarımızın kullandığı dilden çok
daha anlaşılır olan Türk hükümdarlar var.
Yine Hurufilerin Edirne'de yakılmalarının sebebi her ne kadar
sistematik olarak devlet kademelerine sızmaları olarak gösterilse de, burada
bir mezhebin hedef alındığı da inkar edilemez.
Kısacası Resmi Tarih de vardır, Gayriresmi Tarih de, ancak
başta da belirttiğim üzere birisini yakın tarihi inkar malzemesi, diğerini de
onun doğrusu olarak servis etmeye çalışıp, ayan beyan tarihi vakaları kökünden
dinamitleme malzemesi olarak kullanılmaları ahlaki ve etik değildir.
Şahsi kanaatimce tarihle ilgili konuşmak hiç kolay bir durum
değildir. Tarihçiye özgü bazı vasıflar gerektirir. Kuru bir tarihsel bilgiyi
alıp yorum katmak çok tehlikeli bir iştir ve bizde ne yazık ki sıkça yapılır.
En basitinden bir; tarama, tasnif, tahlil, tenkit, terkip sıralaması göz önünde
bulundurularak konuşulsa daha isabetli olur.
Mesela Osmanlı eleştirilmek istendiğinde (niyeyse) kalıp
ifadelere sık başvurulur.
"Padişahların kaçının annesi Türktü?",
"Osmanlı'da Türk mü vardı?", "Neden dönmeler üst düzey görevlere
geldi?" gibi sorular bu ifadelerden başlıcalarıdır ve ne yazık ki dar
kafalı, tarihe bakmayı bilmeyen, vizyonsuz çevrelerce dillendirilirler.
Osmanlı büyük bir imparatorluktu ve İlber Hoca'dan naklen
söylüyorum, imparatorluklara modern ulusçu gözle bakılmaz. Bu pek akıllıca bir
iş değildir.
Hazır başlamışken aynı konuda yine İlber Hoca'nın değindiği
farklı bir örnekle devam edelim. Yine yakın tarihe eksik bakma ve bir kuru
bilgiye dayandırılarak yorum yapma densizliğine bir örnek; "İnönü ve
Türkeş, Menderes'i astı!" Hoca bu ifadeyi son derece vahim bir iddia
olarak değerlendiriyor gerçekten de öyle.
Daha da açık olarak;
İsmet Paşa, başından beri DP'lileri uyarmaya çalışıyor. O
meşhur meclis konuşmasında "biz ihtilalden gelen bir milletiz, böyle
yaparsanız bizim dışımızda bir ihtilal gelişir" diyor. Darbe haberini
alınca da hüzünlenip, "çok uğraştım ama mani olamadım" diyor. İsmet
Paşa bununla da kalmayıp, Menderes'in idamını önlemek adına bir dizi telefon
trafiğiyle müdahil olmaya çalışıp, Gürsel'e mektup yazıyor, ama başarılı
olamıyor.
Alparslan Türkeş cephesinden bakacak olursak, evet MBK'nın
öncülerinden olan Türkeş o sıralarda genç ve etkili bir Albay, darbe
bildirisini bizzat kendisi yazıp, radyoda da kendisi okuyor. Ancak ne var ki
MBK içi bazı güç dengeleri değiştiğinde 14 kişi sürgüne gönderilip tasfiye
ediliyor(ondörtler), bu 14 kişiden birisi olan Türkeş de idamı önlemek adına sürgünde
olduğu Yeni Delhi'den (Hindistan) mektup yazıyor. Türkeş de elindeki gücü
kaybettiğinden mektubu idama engel olamıyor ve sonuç olarak iki bakanıyla
beraber Adnan Menderes İmralı'da idam ediliyor.
Bu olayı da biraz detaylıca açıklamaya çalışmamın sebebi,
tarihi konuşmanın neden zor olduğunu daha iyi anlatma ihtiyacımdır. Zira sade
ve niteliksiz bilgi, birazcık keyfi yorumla bir faciaya dönüşebiliyor
gördüğünüz üzere. Ne yazık ki burada değindiklerim de devede kulak bile değil, her gün yüzlercesine denk gelmek mümkün.
Tarihle ilgili güzel bir incelemenin sonuna geldik, bu kadar
yazıp da "tamam ikna oldum, tarihi okumaya karar verdim" diyenler
için bir liste yazmadan olmaz.
Tüm yazı boyunca pragmatik bir bakışla tarihe değindik, bu
sebeple de öncelikle ülkemizin yakın tarihiyle ilgili bir dizi önermek
istiyorum.
Enver Paşa cilt 1-2-3, Tek Adam cilt 1-2-3, İkinci Adam cilt
1-2-3, Menderes'in Dramı tek cilt - Şevket Süreyya Aydemir
Yukarıda yazmış olduğum bu 10 ciltlik eser, 4 önemli liderin
biyografileri olup, aynı zamanda o dönemi anlatan; derinliği, üslubu ve
tarafsız yaklaşımıyla eşsizdir. Fiyatı da diğer kitaplardan hayli yüksek olan
bu kitapların temel kaynak olduğunu ve türev kitapları dağınık okuyarak 100
cilt kitapla belki erişeceğiniz bir birikimi içerdiğini unutmayın. Yine buna ek
olarak Suyu Arayan Adam'ı da şiddetle tavsiye ederim.
Yine diğer önemli bir yazar da Falih Rıfkı Atay'dır. Falih
Rıfkı 1923-1938 yılları arasında Atatürk'ün yanında bulunmuş birçok önemli eser
kaleme almıştır. Her biri alınıp okunabilir. Ancak Çankaya ve Zeytindağı'nın
ayrı bir yeri vardır. Falih Rıfkı I. Dünya Savaşı'nda Suriye-Filistin
cephesinde Cemal Paşa'nın yanında yedek subay olarak görev yapmıştır.
Zeytindağı da bu aralığı anlatır. Ek olarak önerebileceğim Falih Rıfkı Atay
eserleri de; Kurtuluş ve Mustafa Kemal'in ağzından Vahdettin kitaplarıdır.
Bir
diğer yazar Doğan Avcıoğlu'dur. Kendisinin Milli Kurtuluş Tarihi adlı eseri
yine bir temel kaynak niteliğinde olup 4 cilttir. Türklerin Tarihi adlı 5
ciltlik eseri de aynı ciddiyettedir. Ek olarak Türkiye'nin Düzeni'ni şiddetle
tavsiye ederim.
Günümüzde
yaşayan isimlerden; İlber Ortaylı, Kemal Haşim Karpat, Murat Bardakçı, Taha
Akyol, Orhan Çekiç ve Sinan Meydan okunabilir.
Kaynak
olup olmadığı tartışılsa da anılarda da her zaman farklı ve belki yer yer gizli
bilgiler yer alır. Bu sebeple bu yazıyı önemli anıların bir kısmıyla
sonlandırmak isterim..
Mustafa
Kemal Atatürk-NUTUK
Kazım
Karabekir-Günlükler
İsmet
İnönü-Hatıralarım, Defterler
Celal
Bayar- Ben de Yazdım
Son
olarak da Turgut Özakman'ın bir kronoloji kitabı olan,
1881-1938 Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet
Kronolojisi kitabını öneririm. Yıllara göre herşeyi ay ay, gün gün
yerinde bulacağınız muhteşem bir eser...