David McLellan'ın bu küçük kitabı, benim
gibi saplantılı derecede ideolojiyi irdelemek isteyen kişiler için bulunmaz
nimet... Yüz sayfayı ancak bulan hacmi, son derece analitik yaklaşımı ve
kavramın kümülatif birikiminin sık sık neşterlenmesiyle son derece ileri
okumaların kapıları aralanıyor. Sadece ve özenle bu kitabın okunması bile belli
başlı temel fikirlerin gayet bütünlüklü olarak oturmasını mümkün kılıyor.
Anladığım kadarıyla McLellan'ın siyaset
bilimindeki temel ve önemli kavramları küçük kitaplar halinde hazırladığı bir
seriye ait olan bu kitap, seriye dahil olan ve Türkçeye çevrilen tek kitap olma
durumunu koruyor. Elimdeki baskısında (3. baskı) okuma önerileri ve kaynakça
son derece genişletilmiş olarak, sıradan okurun çok daha derin sulara
yüzmesinde büyük kolaylık sağlıyor.
-BİRİNCİ
BÖLÜM-
Bir
Kavramın Kariyeri
Tüm sosyal bilimlerin en ele avuca sığmaz
kavramı olan ideoloji, yapısı gereği değerlendirilmesi, konumlandırılması, net
olarak anlamlandırılması yani yakalanması zor bir formdadır. Ayrıca genelde
ortaya çıkışından itibaren negatif bir nitelemeye tâbi tutulan ideoloji, hep
başkalarının görüşlerini eleştirmede, yanlışlamada da kullanılmıştır. Yani
"ideolojik" olan baştan yanlıştır ve tabii ki bu hep başkalarının
görüşleridir. Bizim kendi görüşümüz bir ideolojiyi değil, direkt aklın
kendisini temsil ediyordur.
Hem Marksist yaklaşımda hem aydınlanmacı,
rasyonalist, ampirist yaklaşımda eninde sonunda ideolojisiz bir toplum tarifi
vardır. Bu yönüyle ideoloji, her iki cephe için karşı tarafı tarif etme
aracıdır.
İdeoloji kavramı diğer siyasî kavramlar gibi çok uzun bir tarih ve tanımlama
çabası geçmişine sahip değildir. Toplam yaşı en fazla 200 yıldır.
Alman düşünür Jürgen Habermas'a göre ideolojiler, dünyanın geleneksel
yorumlarının eleştirisinden doğar ve bilimsellik iddiasında bulunurlar.
Böylelikle eski düzeni yadsır ve aynı zamanda yeni düzenin meşruiyetini
sağlarlar. Aslında burada ideolojinin yaptığı sadece selefi olan düşünceyi
eleştirerek onun yerine geçmektir. Dolayısıyla ideoloji, yine bir ideoloji
eleştirisiyle birlikte var olur. Bu sebeple burjuvazi öncesi ideolojiden
bahsedilemez. Zira aristokratik sistemi bu şekilde bir düşünsel taarruzla yıkan
burjuvazi onun yerini almıştır.
Eski değerler, mitler, çok daha durağan ve sınırlandırılmıştır. İdeolojilerin
aksine birbirlerinin pazarına girmezler ve açıktan kavga etmezler. Özgürlük,
eşitlik, kardeşlik vurgusuyla gelen, evrensel aklı ve bilimi temel alan anlayış
ise sanayi devriminin olanaklarından da yararlanarak, gazete ve kitaplar gibi
bilgilendirici ögelerle herkesi ikna etme ve ana, gerçek, mutlak doğruya davet
ederek inanılmaz bir rekabetin ve çatışmanın tetikleyicisi olmuştur.
İdeoloji kelimesi Fransız kökenlidir. Fransız Aydınlanması'nın ürünüdür.
Ancak net olarak geçmişi, Orta çağ dünyasının çöküşü ve Batı Avrupalı
entellektüellerin karşı karşıya kaldığı derinlikli sorgulamalara kadar gider.
İdeoloji kelimesinin doğrudan ataları Francis Bacon ve Thomas Hobbes'tur,
denilebilir. Novum Organum'da (1620) Bacon, insan düşüncesinin akıl
dışı algılamaların gölgesinde kaldığını söyler. Bu algılamalar idollerdir.
İdoller dört çeşitten müteşekkildirler. Bunlar; kabile idolleri, mağara
idolleri, pazaryeri idolleri ve tiyatro idolleridir.
Kabile idolleri geleneği ve bunun kutsanmasını, mağara idolleri daha içsel ve
bireysel bakışı, pazaryeri idolleri toplumsal iletişimi ve etkileşimi, tiyatro
idolleri eski, köhnemiş ve dogmatik görüşleri içerir.
Bacon'ın bu idoller kuramı sosyal bilimlerin başlangıç noktası olarak
görülebilir. Zira idoller kuramı hem İngiliz ampirik geleneğini hem de ideoloji
kavramını yaratan Fransız Aydınlanmacı geleneğini azımsanmayacak ölçüde
etkilemiştir.
İdeolojinin kelime olarak ilk kullanımı 1797'de Destutt de Tracy tarafından
gerçekleştirildi. Tracy önemli aydınlanma düşünürlerinden biriydi. Aynı zamanda
devrimci Konvansiyon tarafından Institut de France'ın başına
getirilen bir dizi düşünce insanı arasındaydı. Napolyon da diktatoryal
eğilimleri artmadan önce bu enstitünün fahri üyesi oldu. Enstitü onun bu
"koruyuculuğunda" daha geniş ve güvenli bir etki alanına sahipti.
Destutt de Tracy 1801-1815 aralığında yazdığı Eléments d'Idéologie'de yeni
bir bilimi, düşünceler bilimini ilân ediyordu. Bu "ideo-logy" idi.
Böylelikle "ideoloji" artık kesin olarak doğmuş oldu. Belki de tüm bu
anlam, muhteviyat yolculuğundan habersiz olarak Tracy, ideolojiyi, biyoloji
veya jeoloji gibi bir bilim olarak kurgulamak istemişti. Aynı zamanda bir
yaklaşımı getiren bu kavram, doğuştan gelen bilgiler varsayımını reddediyor,
dinsel ve metafizik bağlamlardan kurtularak, fiziksel duyulara dayanan
bilgilerin rasyonel olarak kökenlerine ulaşmayı, buna ulaşarak da toplumun
gerçek refaha kavuşmasını öngörüyordu.
Napolyon diktatörleştikçe ve dinî çevrelerin desteğini aldıkça ideolojiye karşı
bir tavır geliştirdi. Hele de Moskova'dan yenik dönen Napolyon, suçu bir miktar
ideolojiye yükleyecekti:
Yasaların kaynağını, insan kalbinin bilgisinde ve tarihin derslerinde aramak
yerine, halkların hukukunu ısrarla araştırdığı ilksel nedenlere dayanarak
yazmaya çalışan ideoloji, yani bu karanlık metafizik, güzel Fransa'mızın bütün
talihsizliklerinin sorumlusudur.
(s.6)
Fransa haricinde Alman Romantikleri'nde de ideolojinin kökleri bulunur. Ne var
ki bu kökler de Fransız Devrimi'nden etkilenmiştir. Romantik hareketin
öncelikli olarak odaklandığı yer, insanın dünyayı anlamlandırma çabasıdır ve
burada Tracy'nin anladığı veya zannettiği kadar bir netlik yoktur. Değişkenlik
vardır. Buna göre zamana, tarihe paralel olarak insanlar kolektif veya bireysel
olarak yeni gerçekliklerini oluşturuyorlardır.
Bu yaklaşımları tamamen sistematize bir hâle getirmeye çalışan Hegel, net
olarak bir dönemin fikirlerinin o dönemden bağımsız olarak evrensel bir
geçerlilikte olamayacağı iddiasındaydı. Tarihin bir bütün olarak ele
alınmasıyla belli bir anlamdan, rasyonaliteden bahsedilebileceğini öne sürdü.
Aksi takdirde "kurnaz akıl" diğerlerini manipüle etmek için
kullanacaktı.
Hegel'in öğrencisi olarak Marx, bu yaklaşımdan çok etkilendi. Bunun da ötesinde
Marksizm hem Fransız ekolünden, hem de Alman ekolünden yararlanarak, bunları
bir anlamda birleştirerek ideolojiyi, siyasal söylemin temeline koydu.
Buna göre tarih boyu, üretim emeğinin örgütlenmesi ve üretim şekli, insanların
düşünce yapısını da belirliyordu. Engels, Tracy'den gelen pozitivist yaklaşıma
meylederek nesnel bir toplum bilimine ulaşma çabasını ihya etmek için çalıştı.
Benzer bir refleks II. Dünya Savaşı sonrası Batı'da özellikle Birleşmiş
Devletler'de tekrar gün yüzüne çıkacaktı.
Nazizmin, Stalinizmin ve sonrasında Maoizmin yarattığı tedirginlik, ideoloji
kavramına karşı ilgiyi arttırdı. İrrasyonalite ve despotlukla özdeşleşen
kavram, ilginç bir biçimde Marx'ın ve takipçilerinin eleştirdiği biçimde artık
Marksizme karşı kullanıldı.
Sovyetler'in dağılışıyla "ideolojilerin sonu" veya "ideoloji
çağının bitişi" gibi ifadeler sıklaştı. İdeolojinin bilimsel ve nesnel bir
yapıda olup olamayacağı tartışmaları zamanla tekrar başladı. Bu bağlamda hız
kazanan Feminist akım geleneksel düşünce ve söylemdeki erkek egemen kültürün
etkilerine dikkat çekerken, yeşil hareket teknolojik ilerlemenin rasyonelliğini
sorguladı.
Doğumundan itibaren "ideoloji" için pek çok şey söylenmiş olsa da
temelde iki ana hattan bahsedilebilir. Bunların ilki Tracy'nin başı çektiği
rasyonalist yaklaşımdır. Bu yaklaşım Anglo-Sakson dünyadan kaynaklı ampirizm
etkisiyle epey değişmiş ve de gelişmiştir. Bu yaklaşıma göre hakikate ulaşmak
tıpkı doğa bilimlerindeki gibi derin düşünme süreçleriyle mümkündür.
İkinci ve karşıt yaklaşım Alman kökenlidir. Hegel ve Marx'ın başı çektiği
söylenebilir ve Mannheim'dan Habermas'a kadar bir çizgi söz konusudur. Burada
vurgu gözleme değil, hakikatin üretiliş şekline yapılır. Hakikate, özellikle
toplumsal konular söz konusuysa, doğa bilimlerindeki yöntemlerle
ulaşılabileceği inancı reddedilir. Bu iki kutup arasında farklı görüşlerden söz
edilebilse de ana damarlar bunlardır. Daha da ilginci Marksist gelenek, her iki
görüşün temsilcilerini de barındırır.
-İKİNCİ
BÖLÜM-
Marx
Marx tek başına bir bölüm olarak burada
ele alınıyor. Marx ideolojiye Tracy gibi olumlu bir yaklaşım göstermiyor. Bunun
ilk sebebi ideolojiyi idealizmle ilişkilendirmesidir. Zira Marx'ın genel
eğiliminin, hattâ felsefedeki ana düzleminin materyalizmle ilişkilidir. İkinci
sebebi de ideolojinin de eleştirdiği her şey gibi düzene dahil olmasıdır. Yani
mevcut her şey nasıl bu sistemin ögesiyse, ideoloji için de bu geçerlidir.
Bunlara ek olarak Marx'ın hiçbir metninde özel ve ayrı olarak ideolojiyi açtığı
görülmez. Eserlerinde ideoloji yer yer ve etrafında dolanılan bir kavram olarak
farklı tarzlarda ele alınır. Yine de genel yaklaşımı açıktır.
En temelde; teoriden pratiğe, idealden
materyale, hayalden gerçeğe gidiş, Marx için en büyük yanlıştır ve bunun tersi
doğrudur. Dinde de Hegel'in devlet kavramında da ve idealizmle ilişkili diğer
şeylerde de bunu görür. Bir şekilde dünyada var olan insanlar, hayatlarını
sürdürebilmek için doğayı dönüştürüyorlardır. Diğer şeyler, yani düşünsel olan
her şey bunun üzerine meydana gelir. Marx'ın deyimiyle bu "maddi
pratiği" yorumlamak, açıklamak, daha ileriye götürmek için teori
yaratılır. İlk olan pratiktir.
Bir de Marx'ın Tracy'den farklı olarak
ideolojiye bakışı, onu daha hareketli bir "düşünceler/fikirler
bilimi" olarak geliştirmek değil, sadece toplum, toplumsal ilişkiler ve
bunların ekonomiyle olan bağı çevresindeki fikirler olarak geliştirmektir. Yani
tüm fikirler ideolojiyle ilişkili değildir. Yalnızca belirli bir kısım fikirler
ideolojiyle ilgilidir.
Buna da ek olarak, mevcut hâliyle
"ideoloji" birey ve toplum çıkarları arasında çelişkileri, sınıf
savaşımını, tüm toplumsal çarpıklıkları mantıklıymış ve olması gerekenmiş gibi
yansıtan bir yanılsama aracıdır. Bazı fikir ve düşüncelerin dönemsel olarak
bütünlük oluşturmasına ve daha da güçlenmesine yarayan bir unsurdur. Bu
bağlamda bir dönem ideolojileşen düşünce kümeleri başka bir dönem bu mahiyetini
yitirebilir. Burada Marx'ın "her dönemde hâkim fikirler, hâkim sınıfın
fikirleridir" sözü çok açıklayıcıdır. Zaten Marx'ta ideolojinin genel
olarak epey negatif bir kavram olmasının ana sebebi de budur.
'Marx ve ideoloji' dendiğinde akla gelen
başlıca imge, camera obscura'dır. Bu fotoğraf makinelerinin
gelişmekte olduğu o dönemde küçük bir karanlık oda olarak, görüntülerin
tamamıyla ters çevrildiği kısımdır. Marx ideolojiyi sıklıkla bu metaforla
açıklar. Burada en basit hâliyle; proleterya baştan aşağı kendisinin zararına
olan bir düzenin itici gücü olarak çalışmaya, inandığı için gönüllüdür. Zira
kendisine gösterilen manzara, böyle olmaması için bir öge içermez.
Marx'a göre ideoloji doğrudan düşünsel
üstyapı demek değildir. Düşünsel üstyapının, sınıfsal ilişkileri sürdürmek için
olan kısımları ideolojiktir. Geri kalan kısımlar ideolojik değildir. Bu sebeple
de her sınıf kendi ideolojisini üretebilir durumdadır. Ancak mevcut şartlarda
işçi sınıfının üreteceği şey doğrudan 'burjuva ideolojisi' olacağından
ideolojiden kaçınmak mümkün olmayacaktır. İşçi sınıfı ancak gerçek bir bilinç
ürettiğinde; bu yüzeysel olarak burjuva görünümlü bir bilinç veya bir yanılsama
olmayacağından 'ideolojik' de olmayacaktır. İşte Marx'ın ideolojiye olan
olumsuz yaklaşımı burada bir kez daha görülüyor. Ayrıca ilginç olarak 'hakikat'
ve 'ideoloji' ayrımı da.
Marx'ın ideolojiyle ilgili uzun yıllara
yayılmış yaklaşımlarının tamamının çehresi yaklaşık olarak bu şekildedir. Ancak
tüm bunlar aynı zamanda Marksistlerin kucağına bir saatli bomba bırakır. Zira ideolojiye
dair yapılan yanılsama veya görecelilik sebebiyle yanıltıcı görüşler bütünü
olduğu iddiasının, Marx'ın yazdıklarının ve söylediklerinin tamamı için geçerli
olmasının önündeki engel nedir? Üstelik bazılarına göre de kesinlikle böyledir.
İşte bu durum Marx'tan sonra onu takip edenler açısından önemli ve sorunlu bir
konuyu meydana getirir.
-ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM-
Marksist
Gelenek
20. yüzyıla geçerken Marx'ın
düşüncelerinin sistemleştirilmesiyle, Marksist ideoloji giderek daha fazla
netlik kazandı. Marx'ın ideolojiyle en çok ilgilendiği eserinin ancak 1920'de
basılabilmesi de unutulmamalıdır.
Tam da bu dönemde Marksist geleneğin
ideolojiyi ele alışında, üç önemli şey oldu:
I. İkinci Enternasyonal Marksizminde,
Marx'ın fikirlerinin basitleştirilip genel bir ekonomik determinizm doktrinine
dönüştürülmesiyle, "ideoloji = yanlış bilinç" denklemi vurgulandı.
II. Lenin'in öncülüğünde ideoloji negatif
anlamından kurtarıldı ve sosyalist veya Marksist ideoloji belirdi.
III. Devrimci dalganın Batı'ya yeterince
etki etmemesi sonucu ideolojinin zannedildiğinden daha etkili ve bağımsız bir
güç olduğu anlaşıldığından, Gramsci ve Althusser gibi Batı Marksistleri
"ideoloji" kavramına daha çok önem vermeye başladılar.
Aslında Marx'ın düşüncelerinin basitçe
sistemleştirilmesi girişimleri Engels'le başlamıştır. Engels, ideolojik ve
siyasal ilişkileri vurgulayıp sonra da bunların temelinde ekonomik
belirleyicilerin olduğunu belirtmiştir.
Engels'e göre başlıca felsefî rakibi
Dühring'in ideolojiktir. Zira Dühring; "bir nesnenin niteliklerinin,
nesnenin kendisinden değil de, nesnenin kavramından mantıksal tümdengelimle
çıkartmaya dayanan" a priori bir yöntem izliyordur.
Dühring'in düşünceleri Engels'e göre "saf ideoloji"dir, çünkü
gerçekliğin, gerçeklikten değil bir kavramdan türetilmesine dayanır.
Marksizmin bir ideoloji olduğunu açıkça
söyleyen ilk kişi ilginç bir şekilde Eduard Bernstein'dır. Bernstein bu
iddiasını, hem Marksizmin bir ahlâkî ideal olduğu hem de Marksizmin
düşüncelerden müteşekkil olduğu için, tanımı gereği ideoloji olduğu gibi bir
argümana dayandırır. Yine ona göre devlet ve topluma dair görüşler ideolojik
niteliktedir ve sosyalist program da dahil olmak üzere hiçbir siyasal program,
"yüksek dozda ideoloji" içermeden üretilemez.
Bernstein'ın Marksizmi ideoloji olarak
nitelemesi aklındaki pek de net olmayan revizyon düşüncesiyken, Lenin'de durum
tam tersidir. Lenin son derece net ve Marksizmden emin olarak, onu işçi
sınıfına yaymak ve sınıf savaşımını alabildiğine keskinleştirmek için
ideolojileştirir. Ne Yapmalı? adlı meşhur ve küçük eserinde
Lenin, çok açık olarak burjuva ideolojisi ve sosyalist ideoloji olarak iki yol
olduğunu, bunun dışında üçüncü bir yolun olmadığını vurgular.
Ancak bu "iki yol" vurgusunun
altında çok önemli bir detay vardır. Lenin'e göre bu yollar direkt sınıfların
bilinçleriyle aynı şey değildir. Yani sosyalist ideoloji, doğrudan işçi
sınıfının bilinci değildir. Lenin pek çok ülkenin tarihine işaret ederek, işçi
sınıfının düşünsel anlamda en iyi ihtimalle sendikalizmi üretebileceğini
savunur. Gerçek sosyalist ideolojinin geliştirilmesi için işçi sınıfına
profesyonel devrimci bir grubun dışarıdan yardım etmesi gerekir. Bu aynı
zamanda "öncü parti" kavramının da çıkış noktasıdır. Sosyalist
entelijansiyanın işçilere profesyonel desteği gereklidir.
Lenin'in bir etkisi de onun basite
indirgediği ideoloji yorumunun 1917 sonrası nesillerce aynen kabul edilerek,
kavramın eleştirel analitik yönünün tıraşlanmasıdır.
Lenin'e zamansal olarak yakın ve ondan
daha farklı olarak ideolojiyle ilgilenen diğer bir Marksist Georg Lucaks'tır.
Lenin gibi ağırlıklı olarak pratisyen değil, bir teorisyen olan Lucaks'ın
çalışmaları Lenin'e nazaran çok daha incelikli ve derindir.
Lukacs'la ideolojinin yanlış bilince
yakınsayan tanımı geri gelir. Ancak bu tamamen bir geri dönüş değil ideolojinin
bazı kısımlarına yöneliktir. Lukacs burjuva ideolojisinin
"ideolojikliğini" (yanlış bilinç oluşunu) aşamamasını direkt olarak
kendisine, sınıfsal konumuna bağlar. Buna göre aslında proleteryanın görüşleri
de daha az ideolojik değildir ama kesinlikle daha fazla bilimseldir.
Yine Lenin ve Lucaks'ın önemli bir farkı
burjuva ideolojisinin yadsınamaz gücünün temellendirilmesindedir. Lenin'e göre
bu temelde burjuva ideolojisinin kendi görüşlerini yayabileceği kurumları kontrol
etmesi varken; Lukacs'a göre kapitalist toplumun ekonomik ve toplumsal
örgütlenme biçimi vardır.
Antonio Gramsci'yle birlikte, Marksizmdeki
ideoloji tartışması zirveye ulaşır. Burada zincirin her halkasında, yani her
Marksist düşünürdeki yaklaşımın ne gibi bir tarihsel etkiye maruz kaldığını
düşünmek de mühimdir. Zira Lenin ve Lukacs'ın ideolojiyi irdelediği dönem,
Marksizmin yükseliş dönemiyken; Gramsci'nin irdelediği dönem, Marksizmin
Batı'da cazibesini yitirdiği ve Rusya'da Stalinizmin yükseldiği dönemdir.
Dolayısıyla Gramsci'de daha az öz güvenli ve temkinli bir yaklaşım vardır.
Gramsci ideolojinin negatif anlamını yani
"yanlış bilinç" olarak değerlendirilmesini kabul etmez, çok
indirgemeci bulur ve bunu çürütür.
Gramsci, ideolojileri gelişigüzel ve
organik olanlar şeklinde ikiye ayırır. Bu bağlamda entellektüelleri (belki
ideologlar da denebilir) de ikiye ayırır. Bunlar da "geleneksel" ve
"organik" olarak adlandırılırlar. Tahmin edileceği üzere geleneksel
entellektüeller olumsuz olarak nitelenir. Bunlar bireysel yazarlar, ressamlar,
filozoflar veya din adamlarıdır. Kendilerini (aslında olmadığı şekilde)
bağımsız olarak görür ve buna göre, bu yönde emek verirler. Aslında bu da
"yanlış bilinç" eleştirisine yakın bir yaklaşımdır. Organik entellektüeller
ise meseleye sınıfsal, örgütçü ve kolektif bilinci yaymak üzere ve siyasal,
toplumsal, ekonomik düzlemde hareket ederek yaklaşırlar.
Gramsci ayrıca Lenin ve Lucaks'tan aldığı
hegemonya kavramıyla ideoloji arasında yakın bir ilişki kurar. Buna göre hâkim
sınıfın entellektüelleri kendi dünya görüşlerini o kadar etkili yayarlar ki bu
adeta toplumun ortak anlayışı, hattâ duygu yapısı hâline gelir. Bu aynı zamanda
demokrasinin tesis edildiği Batı'da, kapitalizmin nasıl hâlâ ayakta kalabildiği
sorusunu da cevaplar.
Gramsci'ye göre buradan çıkış ancak işçi
sınıfı entellektüellerinin etkin katılımının olduğu proleter bir
karşı-hegemonya kurarak mümkündür. Bu Lenin'in "öncü parti" kavramına
benzemekle birlikte, aslında onun daha da genişletilmiş hâlidir. Zira burada
partinin misyonu yalnızca devletin iktidarını devralmak değil, ideolojik ve
kültürel mücadeleyi de daimî olarak sürdürmektir.
Marksist gelenekte, ideoloji kavramına
kafa yormuş diğer bir isim Louis Althusser'dir. Althusser iki temel fikri bir
arada savunur. İlki insanların özerk özneler değil de tarihsel rollerin
taşıyıcısı oldukları şeklindeki determinist bir görüş, ikincisi ise ideoloji ve
bilim arasındaki net ayrımdır. İkisi de açıkça Lucaks'a zıt fikirlerdir.
Althusser de ideolojinin "yanlış
bilinç" anlamına indirgenmesine karşıdır. Daha da farklı olarak ideolojiyi
açıkça yarı maddî bir varlık olarak niteler. Althusser'de ideoloji yarı soyut
bir kavramdır. Ancak diğer yarısı da insanların dönüştürülmesini sağlayan
araçlar, yani "devletin ideolojik aygıtları" olarak son derece
somuttur. Bunlara örnek olarak; kiliseler, okullar, sendikalar verilebilir.
Bu araçlar sayesinde ideolojide insanlar
varlık koşullarıyla olan ilişkilerini değil, varlık koşullarını yaşama
tarzlarını ifade ederler. Yani bu anlamda ideoloji sadece yanılsamalı bir
bilinç değil, insanların gerçeklikle ilişkilerini yaşantılama tarzlarıdır. Yani
bir tür oluşturulmuş yeni 'gerçek'tir.
Althusser, Freud'dan etkilenerek
ideolojinin bilinçdışına benzer şekilde sonsuz olduğunu söyler. Bir de
ideolojinin toplumsal harç olduğunu iddia eder. Bu toplumun niteliğine göre
değişir. Örneğin kapitalist toplumda sınıf hakimiyetinin sürmesini sağlayan bir
harçtır. Bu harç her toplumun kendine özgü olarak salgıladığı bir şeydir. Bu
bağlamda Althusser komünist toplumda bile ideolojinin yok olmayacağını, o
zamanda da o zamana özgü harcın salgılanmaya devam edeceğini söyler.
Althusser'de ideoloji ayrıca daha çok gündelik
hayatla ve pratikle ilgilidir. Deneyimlerden güç alır. Oysa bilim böyle
değildir. Çok daha net ve sistemlidir. Althusser aradaki çizgiyi çok keskin
çizer. Bunun temelinde de sendikal bilinç ve öncü partinin bilimi gibi bir
mukayesenin, yani Lenin'in görüşlerinin olduğu açıktır.
-DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM-
Marksist
Olmayan Gelenek
Marksist olmayan düşünce insanlarının
ideolojiyle özel olarak ilgilenmesi, Marksistlere göre daha geçtir. Bu yüzden
kitapta da daha sonra ele alınıyorlar. İdeolojinin genişletilmesine psikanaliz
başlıca ve karamsar bir katkıda bulunuyor. Karl Mannheim ve bütün bir Alman
tarihselci geleneği de öyle.
Weber, Marksist ideoloji kavramının
eleştirisini direkt Marksizme yönetmenin mümkün olduğunu fark eden muhtemelen
ilk kişilerdendir. Mannheim da bunu epey ilerletip bizzat bu eleştiriyi
yapacaktır. Weber'e göre tarihsel materyalizm istendiği gibi kullanılabilecek
bir araç değildir. Bir kere kullanılmaya başlandıktan sonra, bırakmak aynı
iradeye tâbi değildir. Yani tarihsel materyalizmi araç olarak bir kez
belirlerseniz sonra siz onun aracı olursunuz. Ayrıca Weber ilginç bir şekilde
hem kişisel saplantılardan azade, tek yanlılıktan arındırılmış, nesnel bir
analizin mümkün olmadığını hem de değerlerden bağımsız bir sosyal bilimin meşru
bir hedef olduğunu var saymıştır.
Weber ideoloji konusunda bir parça daha
muğlakken, Durkheim açıkça Bacon'a ve ideologlar geleneğine bağlıdır. Ayrıca
Durkheim Alman tarih geleneğinin öznelliğini her fırsatta reddedip nesnelliği
savunur. Böylelikle Durkheim, II. Dünya Savaşı sonrası sosyolojideki ideoloji
tartışmalarına büyük bir katkıda bulunmuş olur.
Weber'de ve Durkheim'da, Marx'ta olduğu
kadar akla güven yoktur. Bu özellikle II. Dünya Savaşı'nın büyük yıkımı
görüldükten sonra epey ilgi gören bir yaklaşımdır. Muhafazakârlığı doğurmaya
epey elverişli olan bu yaklaşımın diğer savunucuları da Sigmund Freud ve
Vilfredo Pareto'dur.
Freud sürü hayvanı olarak değerlendirdiği
insanın, sürü lideriyle (yani ideolojik önderle) olan ilişkisini Oedipus
kompleksiyle bağdaştırmaya çalışır. Siyasal otoriteye sürekli rızayı suçluluk
duygusunun bir yansıması olarak değerlendirir. Daha sonraki yaklaşımlarında
Freud, insanın korktuğu bir nesneden korunmak için kendisini onunla
özdeşleştirdiğini de iddia eder. Bunu da insanın siyasal otoriteyle olan
ilişkisini ve buradan hareketle ideolojik bağlamı açıklamakta kullanır.
Freud'un öğrencisi Wihelm Reich daha çok
faşizmin yükselişini açıklamaya yönelik çalışır. Reich daha özgürlükçü ve
sosyalist sonuçlara varır. Buna göre bastırılmış güdülerin toplumsal bir
patlaması olarak faşizmi önlemek için baskılamaları peşinen gidermek gerekir.
Pareto da sıkı bir kuşkuculukla her türlü
inancın mantık dışı kabul edilmesini savunur. Buna göre toplumda belirli insan
içgüdülerine denk gelen "kalıntılar" vardır ve bunlar
"türevleri" yaratır. Pareto bu türevlerin yanlışlığını ispatlamak
değil, bunlara bağlanmanın rasyonel olmadığını ispatlamak gibi daha ince bir
misyonu benimser. Ayrıca toplumu her dönem bir elit grubunun yönlendirdiğini
düşünen Pareto, türevlerin rolünü bu elitlerin çıkarlarını savunmak veya
zayıflatmak olarak saptar. Pareto'ya göre türevin içeriğinin bir ütopya vaadi
olduğu da tartışmasızdır.
Marksist olmayan geleneğin en önemli
figürlerinden birisi de hem İdeoloji ve Ütopya gibi başat bir
eserin yazarı olarak hem de Marx ve Weber'den birlikte beslenmiş birisi olarak
Karl Mannheim'dır.
Mannheim tarihselci ekolün bir üyesi
olarak, kişilerin ideolojilerinin içerisinde yetiştikleri sosyal çevreye, daha
önemlisi yaşadıkları döneme göre kesin olarak değiştiğini savunur. Yani aynı
insan, başka bir çevrede veya başka yaşamış olsa düşünceleri baştan aşağı
farklı olacaktır. Bu bağıllıktan arınmak için entelijansiyayı işaret eder. Daha
da ileri giderek "nötr" olarak yetiştirilmiş bir aydın sınıfının
mutlak doğru düşünceleri üreteceğini öne sürer.
("Nötr" yetiştirilmiş
entellektüeller bahsi son derece ütopik olduğu gibi, her faşist çevrenin
destekleyiciliğini üstlenen bir entelijansiyanın olması da bu fikrin
temellerini oyar.)
Mannheim'ın diğer bir eleştirisi direkt
Marksizme yöneliktir. Marksizmin bilimsel sosyalizm iddiasını en başından
reddeder. Onun da işçi sınıfının perspektifinden bakmakla bir tarafgirlik
yaptığını düşünür. Pek çoğunun atladığı temel bir şey olarak bunu sorgular.
Bunlara ek olarak pek çok haksız
eleştiriye maruz kalan Mannheim, İdeoloji ve Ütopya kitabının
son kısımlarında yaptığı tahlillerde adeta "ideolojilerin sonu"
bahsini haber veren bir kehanette bulunur.
-BEŞİNCİ
BÖLÜM-
Birleşik
Devletler'de İdeoloji
II. Dünya Savaşı sonrası Amerika'da
ideolojilere karşı rasyonel düşünce savunusu görülür. Bu durum Nazizm yıkımı ve
Sovyetler'in yarattığı huzursuzluk göz önüne alındığında son derece normaldir.
Aslında bir önceki bölümün kapanışını yaptığımız şey olarak Mannheim'ın
"ütopyanın sonu" değinmesi, "ideolojinin sonu" bahsinin temelini
atmıştır.
Raymond Aron 1955'te yayınlanan Entektüellerin
Afyonu (Opium of the Intellectuals) adlı anti-Marksist polemiğinin
sonuç bölümü "İdeolojinin Sonu mu?" şeklindedir. Semour Martin
Lipset, Siyasal İnsan (Political Man) adlı kitabının sonunda
"İdeolojilerin Sonu" başlıklı bir bölüme yer verir. Burada sanayi
devriminin temel sorunları çözüldüğü için, sınıfsal mücadelenin demokratik
yollarla, radikal olmayan yöntemlerle ve ideolojisiz olarak devam edeceğini
vurgular. Daniel Bell, bu kez direkt adı "İdeolojinin Sonu"
(The End of Ideology) olan eserinde, açıkça "geçmişte eyleme giden yol
olan ideoloji, artık çıkmaz sokaktır" demiştir.
Bu dönemde ortak düşünce ideoloji
karşıtlığı olsa da yaklaşımlar çeşitlilik gösterir. Örneğin ideolojiye ve
dolayısıyla ideolojilere cepheden karşı çıkarken, muhafazakârlığı buradan
çıkarmak için, bunun doğal bir eğilim olduğunu ve dolayısıyla ideoloji olarak
kabul edilemeyeceğini savunanlar vardır. Ayrıca ideolojiyi saplantılı, uslanmaz
bir modernizm karşıtlığı olarak yorumlayanlar da olmuştur. Bu kişilerin iddiası
da ideolojiyi; siyâsette liberalizme, pratikte bireyciliğe, ekonomide serbest
piyasaya karşı olması sebebiyle, modern liberal demokratik devletin baş düşmanı
olarak tanımlamarından ileri gelir.
(Böyle düşününce, gerçekten de Faşizm,
Nazizm ve Sovyetler'deki şekliyle Marksizm bir potada eritilebilir. Ancak
buradaki görülmesi gereken incelik az önce muhafazakârlıkla ilgili yapıldığı
şekliyle, liberalizmin sinsice "ideolojiler" torbasından alınmasıdır.)
Hannah Arendt'in Totalitarizmin
Kaynakları adlı eserindeyse, belki diğerlerinden çok daha ileri ve
katı olarak "ideoloji = totalitarizm" denklemi kurulmuştur. International
Encyclopedia of the Social Sciences'daki (Uluslararası Sosyal Bilimler
Ansiklopedisi) ideoloji maddesinin yazarı Edward Shils, ideolojik düşüncenin
nadiren bilimsel ilerlemeye esin kaynağı olduğunu kabul eder. Ancak Shils,
bilimin ilerlemesinin ideolojideki karşılığının "aşınma" demek
olacağından, bilim ve ideoloji arasındaki ayrımı çok kesin olarak yapmıştır. Bu
yaklaşım büyüyerek Karl Popper'a kadar uzanır.
Bu "ideolojinin sonu" ekolüyle
ilişkili diğer bir isim Giovanni Sartori'dir. Sartori daha analitik bir
yöntemle, en temelde ideoloji ve pragmatizmi iki kutup olarak belirler. Buna
göre ideoloji kendi bilgi kümesine sahip ve buna uymayacak bilgilere karşıtken,
pragmatizm yeni ve rasyonel bilgilere daima açıktır. Popüler bir yöntem olarak
ideolojinin dinle benzeştirilerek eleştirilmesinde de şüphesiz Sartori'nin payı
büyüktür.
Robert Alan Dahl, bilindiği üzere
demokrasi, çoğulculuk, seçim sistemleri üzerine yoğunlaşmış birisi olarak
ideolojiye bu açıdan ve de olumsuz şekilde bakar. Demokrasi dünyada ekseriyet
tarafından benimsenmiştir. Köktendincilik, ırkçılık gibi çeşitli fanatizmler
buna ayak diriyordur. İdeolojinin yeri de tam bu fanatikliklerin tarafındadır.
-ALTINCI
BÖLÜM-
Bilim,
Dil ve İdeoloji
Ana akım Anglo-Sakson sosyal bilimleri
genel olarak, de Tracy'nin "düşünceler bilimi" yaklaşımını sürdürür.
Bu Popper'a kadar uzanan, "doğa bilimlerinin ilkeleriyle sosyal bilimleri
de belirlemeli" yaklaşımında önemli bir durak noktasıdır. Bu fikir doğa
bilimlerinin tamamıyla nesnel ve nötr olduğunu sorgulayanlarca ciddi bir
saldırıya uğramıştır. Bu tavrın ilerisinde, bilim ve ideolojinin zıtlığından
ziyade, aslında direkt bilimin de ideolojik olduğu iddiası vardır. Bunun
temelinde doğa bilimlerinin 19. yüzyılda bekleneni sağlayamaması yatar.
Ekolojik ve nükleer karşıtı hareketler de bu bağlamdaki en net örneklerdir.
Bahsettiğimiz görüşün en tanınan Herbert
Marcuse ve Frankfurt Okulu üyeleridir. Marx'tan epeyce etkilenmiş olan bu
güruh; Aydınlanma'nın bilimsel akla olan güveninin ve bundan kaynaklanan
"üretici güçlerin büyümesinin kendiliğinden ilerici olduğu" fikrinin,
Marksizmi de yolundan saptırdığını düşünür. Yani akıl bir yönde araçsallaşmış
ve araçsallaşan akıl aynı zamanda tarafsız, ideal yapılı, nötr bir konuma
oturtulmuş, bir norm hâline getirilmiştir.
Marcuse, bu yaklaşıma yapılan en yüksek
şiddetli saldırıyı içeren kitabı Tek Boyutlu İnsan'da araçsallaşmış
aklın yıkıcı doğasına dayalı ilkelerle sağlıklı bir toplumun inşa
edilemeyeceğini yazar. Aynı cepheden Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin
Yapısı adlı eserinde; "bilimin giderek arttırdığı
verileriyle doğayı açıklaması" fikrini eleştirerek, bilimin aksine hayalî
sıçramalarla ilerlediğini öne sürer. Buna göre bilim giderek ilerlemek ve aynı
bütünü tamamlamak yerine, bir zaman sonra çalışmaz hâle gelen paradigmayı
bırakarak yeni bir paradigma veya paradigmalar yaratıp, bunlardan birisiyle
ilerliyordur. Benzer, hattâ daha radikal olarak Paul Feyerabend, bilimin;
ideolojiden veya toplumsal önyargıdan bağımsız bir bilgi içerdiği fikrinin
sadece masaldan ibaret olduğunu söyler.
Dil, dilbilim ve yapısalcılık kapsamında
ideolojiyi ele almak için bakmamız gereken isim Claude Levi-Strauss'tur.
Levi-Strauss'a göre, modern zamanlarda mitolojiyi aramamız gereken yer,
ideolojidir. Ayrıca yine Levi-Strauss'a göre; insanlar mitler kanalıyla
düşünmezler, gerçeğin farkına varmaksızın mitleri zihinlerinde işlerler.
Yapısalcı yaklaşıma göre söz açık, dil ise
kapalı yapıdadır. İşte burada ideolojinin yeri kesin olarak dilin yanındadır.
Bu görüşün önemli bir temsilcisi olan Roland Barthes, bu durumu bir ifadenin
yan anlamı ve düz anlamı arasındaki ayrımla açıklar. Burada Roland, sıradan
insan rolüne bürünen bir kralın, bu durumunun; "kralın da insan olduğu"
gibi bir düz anlamı öne çıkardığını, ama daha güçlü olarak da "kralın
insan üstü bir varlık olduğu" yan anlamını öne çıkardığını iddia eder.
Düz anlam ve yan anlam ayrımı, kuşkusuz
bizi azım sanmayacak bir ilerlemeye sevk etmiştir. Hattâ çeşitli konularda,
dilin ön yargıyı nasıl pekiştirdiğini de açıkça ortaya koyan dilbilim
çalışmaları gerçekten mühimdir. Ancak yapısalcılıktan temel alan genel bir
bilimsel kuramın geliştirilmesi bir fiyaskoyla sonuçlanır. Zira "altta
yatan yapılar" düşüncesi biraz didiklendiğinde, bilimin aralarında
hakemlik yapamayacağı felsefî dünya görüşlerine dair eski fikirden bir farkının
olmadığı anlaşılır.
Tam bu etrafında döndüğümüz ve bir indirge
yapmanın neredeyse kaçınılmaz olduğu yerde, Jürgen Habermas ince tespitlerde
bulunur. Marx'tan epey beslendiği olgusal bir gerçek olan Habermas, eleştirmeye
de Marx'tan başlar. Onun insan türünün devamı için doğayı dönüştürme işi olan
üretim faaliyeti tarifinin, parlak bir düşünce olmakla birlikte, her şeyin
üretici güçlerle üretim ilişkileri arasından meydana
gelmesi" kabulüyle, mekanik bir indirgemeye yol açabileceğini iddia
eder.
Habermas eleştirisini Engels ve
Buharin'in, sosyal bilimleri doğa bilimlerine yem etmeye meyyal görüşleri
arttırdığı gibi bir tespitle şiddetlendirir. Ekonomik determinizm indirgemesini
dile getirir. Bu sebeple, aslında ileride Marksizme yönelik "doğa bilimi
fanatiği" güruhun eleştirilerinin, yine Marksist kuramcılarca tohumlandığı
gibi ilginç bir noktaya gelir.
Ayrıca Habermas ideoloji tartışmaları
kapsamında tekrardan dili gündeme getirir. Diğer Batı Marksistleri gibi
Marksizmin ekonomik determinizmine karşı üstyapıyı savunur. Ona göre üstyapının
anahtarı da dildedir. Habermas, "günümüzde dil meselesi, geleneksel bilinç
meselesinin yerini almıştır" der. Habermas'taki dil vurgusu; dilin
toplumsal olguları kurarken, kendisinin de bu olgularca kurulduğu (veya
çarpıtıldığı) fikrine oldukça yakındır. Yani Habermas'taki ideoloji incelemesi,
sistemli biçimde çarpıtılan iletişimin incelemesidir. Ancak çarpıtılmış
iletişim, ideolojiye eşitlenemez. Zira her çarpıtılmış iletişim ideoloji demek
değildir.
-YEDİNCİ
BÖLÜM-
İdeoloji
ve "Tarihin Sonu"
Postmodernizm alaycı bir yıkıcılık ve
eleştirellik içerir. Düşüncelere temel oluşturma yönündeki en genel ve deneysel
girişimleri bile reddeder Tüm "izm"leri, "izm-miş"lere
çevirerek, zamansal bir aşıma uğradıklarını iddia eder. Bunu her kavram için
yapmaya çalıştığı gibi, tutarsızlığı baş nitelik edinir ve aklı Nietzscheci bir
güç isteminin bir aracı olarak görür. Dolayısıyla burada yapılacak en doğru
şey, postmodernizmin direkt kendisinin bir ideoloji olup olmadığını
sorgulamaktır.
Nietzsche ve Heidegger gibi düşünürlerin
Batı felsefesi geleneğini tepetaklak etmesinden yola çıkan postmodernist
yazarlar "üst-anlatılar" olarak adlandırdıkları evrensel şemalara
karşı kuşkucu bir tavır içerisindedirler. Daha küçük alanlarla ve küçük
açıklamalarla ilgilenip bunun bir araya getirilip kapsayıcı hâle getirilmesine
de karşıdırlar.
Postmodernist düşünürler üç iddiaya önem
verirler:
I. Jacques Derrida'ya göre akıl kanalıyla
gerçeklikle doğrudan değil, gerçekliğe dair imgelerimiz yoluyla karşı karşıya
geliriz.
II. Benlik, modernist düşüncedeki güvenli
ve egemen varlık rolünü kaybeder. Foucault'da benlik yapıçözümüne uğramış ve
merkezsizleştirilmiştir. Yine Foucault'a göre; "düşüncemizin arkeolojisi,
insanın ne kadar yakın tarihli bir icat olduğunu ve sonunun giderek
yaklaştığını gösterir. Eğer günümüzde Aydınlanma benzeri bir düşünsel devrim
olsaydı, muhtemelen insan da kuma çizilmiş bir resim gibi silinip
giderdi."
III. Farklılık ve çeşitlilik kendi başına
bir değer olarak yücedir. Homojenleştirmek ve tek tipleştirmek ideolojik
(muhtemelen modernist) bir yaklaşımdır. Freud'daki rasyonel Süperego'nun yerini
Lacan'daki amorf ve kaygan Öteki'nin almasıyla benlik bile bölünür. Dolayısıyla
varoluşun doğal çeşitliliğine karşı bir dayatmanın haklı bir yanı olamaz.
Baudrillard ve Lyotard gibi bazı postmodern
yazarlar tüm çıkarları eşitlerler. Aslında bu da karşı olduklarını iddia
ettikleri homojenleştirmeye müthiş bir örnektir. Bu indirgemecilik, neredeyse
bir siyâsatçinin ve pul koleksiyoncusunun 'çıkarlarını' aynı görür.
Kimilerine göre de postmodernizm, daha
önce ele aldığımız "ideolojilerin sonu" bahsinin tekrar ısıtılıp
önümüze konulmasıdır. Örneğin Frederic Jameson'a göre postmodernizm,
gelecekteki kurtuluş veya felaketlere yönelik kehanetlerinin yerini, bir
şeylerin (ideolojinin, Leninizmin, sosyal devletin, toplumsal sınıfların,
sanatın) sona erdiği yönündeki iddialara bırakan, ters çevrilmiş bir
milenyalizm (binyılcılık) demektir.
İdeolojinin, hattâ tarihin sonu tezinin en
başarılı ve bilindik savunucusu Fukuyama'dır. 1989'da basılan "The End of
History?" (Tarihin Sonu mu?) başlıklı makalesinde Fukuyama, tüm rakipleri
karşısında ekonomik ve siyasal liberalizmin zaferini, Soğuk Savaş'ın, bir
dönemin, bir sürecin değil, tüm bir tarihin sonu olarak ele alır.
Fukuyama ayrıca kapitalizme yönelik pek
çok eleştiriyi farklı kanallara yönlendirerek etkisiz hâle getirir. Örneğin
kapitalizmin olgusal problemi olarak gelir dağılımındaki adaletsizliği ve
yoksulluğu kültürel birtakım şeylerle açıklar ve aşılacağını iddia eder.
Fukuyama'nın diğer bir önemli illüzyonu hızlıca, liberalizm kapsamında,
kapitalizm ve demokrasiyi eşitlemesidir. Anti-komünist bir dille bunu
rahatlıkla yapar. Oysaki kapitalizm, bilinen anlamıyla liberalizmi, bireysel
özgürlüğü ayrı ayrı herkes için giderek kısıtlayan bir yapıdadır.
Fukuyama'nın ekolojizmi ve feminizmi
gözardı ederek, genelde ekosistemi ve bireyci tasvirde kadın varlığını es
geçmek gibi bir genel yaklaşımı da söz konusudur.
Diğer yandan ilginç bir şekilde direkt
olarak Fukuyama'yla anılan tarihin sonu tezi, aslında Alexandre Kojeve'nin
tezine dayanır. Ancak yapılan tüm değerlendirmelerde biraz olsun haklılık payı
varsa, Fukuyama'nın kast ettiği şekliyle tarihin sonundan şimdilik çok uzak
olduğumuz açıktır.